
Peki ya zaman, hangimizin tanrısı hangimizin kölesi söylesene Semender?
O beni soğana benzetirdi, katman katman olduğumu söylerdi. Bense onu kabuklarımı soymakla uğraştırmayı severdim. Bir şeylerin nasıl olduğuyla değil de neden olduğuyla ilgilenmek isterdi çoğu zaman. Ben de ona zihnini patlatacak bilgiler vermek yerine öylesine karmaşık fakat basit olaylar sunar öylece tıka basa doldururdum onu. Öğrendiği her şeyle kendini zeki hissetmesi hoşuma giderdi. Aptal sayılmazdı elbette. Sadece iş düşünmeye, anlamaya, sevmeye, zamanını teslim etmeye geldiğinde anksiyetesi tutar, atak halinde kaçmayı ilk yol olarak gördü. E o zaman neden o yolda onu uğurlayıp kendine kendin gibi ”sözde soğan” familyasından olanları bulmadın dediğini duyar gibiyim Semender. Haklısın da hatta birçok açıdan bu durum işime gelirdi. Gel gelelim kimsenin kimseye ayıracak vakti olmadığı, uykuya tutturulan şu zamanda bana katlanan ender kişilerdendi. Belki de en çok bu yüzden hiyerarşi piramidimin en önemli parçası haline gelmişti..
Anımsadığım en eski hikayelerim onun en güncel versiyonunu tamamlıyordu sanki. Öncesinde tanrım olan zaman yanılgılarımı, hatalarımı nakış gibi işlemiş her hücreme böylelikle şimdilerde kölem oluşunun ilk temellerini o zaman atmış oldu.. Şimdi gelelim asıl hikayeye Semender, ateşi hazırla yanma ya da yakma zamanı..
Her zaman rutin tasarrufuna başvuran ben ilk kez o bahar akşamı rutinimden farklı bir şey yaptım. Balkona çıktım, tam kahvemi yudumlayacakken bir ses duydum. Donma hissiyle kaçma hissini aynı anda yaşadım. Masamdaki zarları alıp kendimi açık hapishane olan kaldırıma attım. Gözü dönmüş amok koşucusu misali durmaksızın koşmaya başladım. Güdüleriyle hareket eden hayvandan farksız, sese doğru gidiyordum. Nerede, neyden, nasıl, ne belli demeden sadece gidiyordum. Olağanüstü geceyi bilir misin? Bazı şeyler sadece romanlarda olmuyormuş canımın içi. Beni bilirsin Semender olabilecek en iyi versiyon için önce var olanı yakıp yıkar, sonrasında parçalara ayırırım. Ardından bahar temizliği yapar gibi her hücremi yeniden tasarlarım. İşte o koşu ve vardığım o yol ilk kez beni benim dışımda parçalara ayıracak bir güce sahip şeyle bitiyordu.. Teslim olmanın iraden dışında olabileceğine inanır mısın Semender? Ya da -mış gibi yapmanın en kaotik hali ona yavaş yavaş bürünmek olduğuna?
Yaramı o duvara çarpana kadar hissetmemiştim bile. Yıllarca benimle gelen, her bahar temizliğinde yerine monte edilen o yara meğer iyileşmek için kendini hissettirmenin en afili yolunu aramış ve buldu da sonunda.. Yani bulmuş. Bulmuştu hatta. Ses mi sözcükler mi bilinmez, bildiğim tek şey büyülendiğim aşikardı.. Deli divane koşuştururken kaldırımda ve gürültü ini olmuş cadde de, kulağına ”unutma sen de ölümlüsün” diyen Sezar’ın muhafızı gibi karşımda dikiliyordu. Kendimi yıllarca beli bükülmüş soru işaretinden hızlıca dimdik vaziyete gelen ünlem işareti gibi hissettim o an. Onun gözlerindeyse Bermuda Şeytan Üçgeninin başlangıcı olan şaşkınlık, birleşim noktası olan sorgulama ve sonu getiren bir merak vardı.. Hedefine ulaşırken hayatı ıskalayan aptal gibi bakıyordum sadece. Ve Mariana Çukurumun en dibine yolculuk sanırım tam olarak burada başlamıştı..
Anı kumbaramız kum saati misali doldukça taşmak için zamanını kolluyordu. Beni donattı mı anılarla, yoksa soyup gerçekten soğana mı çevirdi tartışılır. İlkbaharda manik, sonbaharda depresif ve geri kalan yazı kışı onun için silik benim için bozuklarla dolu bir hikaye yazarak geçirmeye başladık.. O kadar aniydi ki giriş gelişmeyi oluşturmadan karmaşa ve sonuca giden iletişim kazalarının, virajı alamayan kurbanı olmaya mahkumduk zaten. Bazı hikayelerin sonu başından bellidir lakin dediğim gibi bizde Başı olmayan bir rüya hali gerçekleşti. Ya da kabus, tanımın sevgili Semender korku eşiğine göre değişir tabi..
Sevgi, zamanın kölesi midir Tanrısı mı?
Benim için zamanın ruhudur sevgi.. Ne kölesi yapıp kırbaçlar zamanı, ne efendisi yapıp satar içindeki şehveti, arzuyu ve masumiyeti. Hak etmediğimizi düşündüğümüz şeyleri çengelli iğnelerle iliştiriyoruz hayat gömleğimize. Peki neden? Ya da bu sence ne kadar umurumuzda? Yara dediğimiz şey öylece çarpılan yerden merhaba demeden neden tam olarak hissedilemiyor mesela? Ya da gerçekten yakıp yıkıp, parçalayıp inşa edebilir miyiz her şeyi? Her bir sorunun cevabına soruyla karşılık verirdim, sonrasında seçimler için zarları kullanırdık. Matematiğin en en eğlenceli kısımları burada devreye giriyordu. Tabi sadece benim için. Onun şans dediği şeyler olasılığın kendisiyken, kötü kader dediği şeyler finagle kanunuyla açıklanabiliyordu. Dedim ya o açıklamalarla değil zarı atıp oyunun kendisiyle ilgilenen birisi oldu. Aşk edebiyatı yapmıyorum, Aksine edebiyat parçalayacak bir konu olduğunu göremiyorum da ortada. Benimkisi sevgili dostum senin hikayenin ayna etkisini yazmak..
Soru zincirlerinin ve cümle enkazlarının düşünsel kazalarına yol açmadan hikayemize dönelim sevgili dostum. Zamanı kayıp veya kazanç olarak görenlerdensen burada seninle yollarımız ayrılıyor maalesef. Çünkü yaşamın içindeki düalite bütünün parçası, parçanın kendisi haline geliyor bundan sonraki kısımda.. Zamanı tik taka bırakırsan, birbirini kovalayan akrep ve yelkovandan ibaret kılarsan her şeye ya geç kalırsın ya da erken gidersin. Tam zamanı dediğin bir yanılgıdır bu durumda. Evrenin kendi saati bu konuda muazzam bir planla ve işçilikle işliyor inan bana dostum. O gün gürültülerin yapamadığını, fısıltı gerçekleştirdi. Her gün aynı saatte, aynı yerde, aynı tonlamayla nefes alan ben geç kalmanın telaşına ya da erken gitmenin rahatlığına bıraksaydım kendimi, matematiğin birinci dereceden bilinmeyenli denkleminden ibaret kalabilirdim. Oysa hayat strateji yönünü elersek satranç gibi sayılmaz, tahtada oyun biter sokakta devam eder. Lineer doğrusallıktan da ibaret olamaz. Elektrokardiyogram olarak akıp gider ayaklarının altından ya da başının üstünden..
Benim ellerimden kayıp giden ayaklarımın altında yeşermekle kendini gösterdi aslına bakarsan. Doruklarını yaşadığım her duyguya yenik düştüğüm de zamanı ve sevgiyi kırbaçlarcasına cezalandırdım. Bedel ödemeliydi ikisi de benim dünyamda. Yarım kalmış projeyi, enkaza dönüştüren bir felaket senaryosunun başrolü olan zaman ve sevgi artık sadece Shakespeare’in mısralarında kırbaçlanmaya ve kepaze edilmeye mahkumdu.. Amok koşucusu olarak hedefe vardığımı sandığım o gün, sesiyle cümleleriyle elimdeki zarların olasılığını göz önüne almadan ayaklarına atıp seçenekler silsilesinde bana yeniden bahar temizliği yaptıran şey şimdilerde içimdeki yalnızlık canavarının heykeltıraşıydı.. İnleyen zaman, korkudan sinmiş sevgi mahzenin en karanlık yerinde prangalarla inlemeye devam ederken takvimin kendinden bile habersiz akışı durmadan devam ediyordu.. Bir sabah, kahveyi balkonda değil pencereden sokağı izlerken buldum kendimi. Rutinimi allak bulak edeni ellerimle uğurlamış, zamanı ve sevgiyi zincire bağlamış, yeniden inşa etmiştim her hücremi. Etmiş miydim gerçekten?
Tozlu hücrelerin dibini sıyıran bir anı canlandı bir anda gözümde. Rüzgarın burnuma getirdiği kokuyla. Donma ve koşma. Hayır sevgili Semender hayır bu sefer ikisi de olmadı.. kahvemi sonuna kadar yudumladım. Zarları alıp mahzene indim. Zaman ne şaşırdı ne de korku, sevgiyse öylece sinmişti köşeye ne yapacağımı merak ediyordu. Önce kalemi daha sonra da zarları koydum önlerine. Kalemle prangalarını açtıktan sonra zarla kendi seçilerini yaptılar. Esaret mi? Özgürlük mü? Biri Mel Gibson gibi bağırdı zarların durmasıyla ”Freedom”. Diğeri kalemi kırıp zincirini taktı geri..
Peki sevgili Semender sende kalemi kıran kim, özgürlüğe koşan kim?
..SEVGİLERİMLE..

Yorum bırakın