..AMİGDALA..

Durmaksızın titreyen dizlerim, kontrol edemediğim tırnak yemelerim gerginliğimi ele veriyordu. Bu düşünceler öyle hücum ediyordu ki ruhuma, zehir enjekte edilmiş gibi her hücremin yandığını hissediyordum. Ara sıra bile olsa bir şeylerden rahatsız olmak gerekiyor. Gerçek bir şeylerden. Peki sen en son ne zaman bir şeyden gerçekten rahatsızlık duydun?

Bir zamanlar hayatın eziyetine rağmen katılaşmam diyordum ben de. Sakin akşamlarda sevdiklerimle, çiçeklerin huzur kokusu saldığı bahçemde geceyi gündüze, gündüzleri en tatlı uykulara bağlardım. Sonra ne mi oldu, sonra o tırnakları ve dizi ele geçiren şey ne miydi?

Anlatsam bile anlamayacaksın. Hadi gerçeklerin acı veren yüzünden konuşalım biraz. Bugün madalyonun ikinci yüzüyüm senin için. Bu kontrolün sahibini görüyor musun? O, ”DUR” sinyalini verene kadar tüm hücremin itaat ettiği onu. Göremezsin. Göremeyeceksin. Baksan da sana kendini gizli kapaklı sunacak sense öğrendiklerinden ileri gidemeyeceksin. Dışarıda olup biten tehlikelere tepkisiz, içerideki boğulma hissine karşı duyarlı olacak şekilde yetiştirildin çünkü.. Duygusal biliş sistemin bağımsızlık rahatsızlığına yakalanmış bir kere.. Mutluluğu ve huzuru ne kadar istersen iste, konforlu alanının dışına çıkamazsın sen. Bedeli boyun eğmek olan esaret senin soyunun ana dili, yaşamın boyunca bu dili konuşmayı öğrendin..

Seni yönlendirilmeye alışmış, dar kafalı budala. Labirent faresi, aklı sahiplerine ait kukla seni. Aptallaştırılmak üzere koyulmuş kuralların sorgulamayan esirisin sen. Her hücren tasmanı takan sahiplerine ait ve bu senin için hiçbir zaman sorun olmadı. O yüzden söyle bana bu hayatta ne zaman gerçekten gerçek bir şeylerden rahatsızlık duydun sen? Haklısın üzerine çok geliyorum. Sen bunları duymayı değil sahte dengelere ev yapmayı öğrendin. Sen sana sunulandan fazlasına dönüp bakamayacak gözlüklere sahipsin. Sen kendi kendinin esir tacirisin.. Seni anlamadığımı söyleme bana. Seni gördüm. Kimseler izlemezken dans edişini, maskenin altında kalan buruşmuş hayallerini, etten kemikten ayrı çıplaklığını gördüm senin. Müziğini duydum. Müziğindeki sevgini, kederini, acını, feryadını duydum. Seni yalnızca senin kurtaracağını gördüm. Bataklıktan çıkmak için nasıl çırpındığını, yalanlarla zehirlenmiş evini nasıl temizlemeye çalıştığını, esarete başkaldırışını..

Tabi daha sonra o bataklıktan daha fenasına dalışını, sorumluluk almak yerine tasmanı kendi ellerinle ”kurtarıcın” bellediğin kişiye nasıl verdiğini gördüm. Yuva dediğin konfor alanında düşünmeden zehirlenişi kabul edişini, pencerenden sokağa bakıp baharı izleyerek hissedemediğin ne varsa yaşıyor(muş) gibi taklit edişini. Acıyı ve felaketi işitmektense, ahmakça konuşulup aptalca yaşanan hayatı nasıl kabul ettiğini gördüm..

Titriyorum evet, gerginim evet, çünkü senden korkuyorum. Yaptıklarından değil en çokta aklından geçenlerden. Boyun eğmeyi göze aldığın yaşamdan. İçindeki embesilin defalarca tur bindirdiği hatalara düşüyorsun, onlardan sanat eseri yaratmak yerine. İşte bu yüzden korkuyorum senden.. Yemekten tükenmeye yüz tutmuş son birkaç parça tırnak kaldı parmaklarımda. Laktik asit birikmesine sebep olan titremelerimse durmaksızın devam ediyor. Sokağında bu soğukta öylece pencerene bakıyorum. Baktıkça gerginliğim artıyor. İşte, işte senin asla göremeyeceğin içten beni fetheden o hissin tepe noktasından kendimi bırakmaya hazırlanıyorum. Yıllar geçti, belki aylar, belki günler ya da belki de saniyeler zamanın kavramsal anlamından çok hislerimin tükenme noktasına bakıyorum. Takvimin kaç yaprağı birikti bilmiyorum, hisleriminse dibini ekmekle sıyırmama az kaldı görüyorum. Endişe, korku, öfke.. Hepsi satranç ustası gibi pür dikkat ilerliyor hücrelerimde. Biraz daha dayanmalıyım..

Yağmur damlası ve rüzgar..

İlk kez uzun bir nefes çekiyorum içime. Rüzgarın hissettirdiği şey her neyse beni ele geçiren efendiye hükmediyor ve kafamı bir an için pencerenden gökyüzüne çeviriyorum. İşte asıl hikaye burada başlıyor. Asıl hüküm, asıl oyun ve esaretin ödenmesi ağır bedelini, giydiğim hırkayı tam olarak işte bu anda ağır ağır hissediyorum. Kırmızı renge öfkesiyle dalan boğa gidiyor içimden de yerine eline kırmızı balonu tutuşturulan çocuk geliyor bir anda. İşte yağmur. Sonunda hızını zamandan sıyırarak bırakıyor kendini bedenimin üstüne. Hissedebiliyor musun? Hayır. Hiç sanmıyorum. Sen beton ormanların kralına itaat etmekten vazgeçmeyeceksin. Bense gözlerimi gökyüzünden ayırmayacağım. Göğsümde kemirmeyi adet edinmiş öfkenin zincirlerini açıyorum ben. Bırakalım göğe karışsın. Peki sen? Hayatının altını çizmek yerine üstünü çizmeye devam mı edeceksin?

..SEVGİLERİMLE..

Yorumlar

Yorum bırakın