..MAYIS SIKINTISI..

Ay ışığı sonatı.. Ve o muhteşem yalnızlık..

Tren garlarını severdim eskiden. Yani anımsayabildiğim en eski ve ilkel terapi yöntemim buydu. O raylar gidebilmeyi, bağımsızlığı hatırlatırdı bana. Gardaki insanlarsa kalmak zorunda olmayışımı, uymak zorunda kalmayışımı hissettirirdi. Peki en son ne zaman uğradım terapi merkezine? Kendi dünyamın merkezine en son ne zaman yolculuk yaptım peki?

Etrafta kimi görsem.. Pardon balkonda oturup ne zaman gelip geçenlere dalıp gitsem, o dipsiz okyanusta hep anlam veremedikleri dünyalarına yalnızlaşan yanlarıyla ya da bunamış acılarıyla bakan insanları görüyorum. Duvarların arkasında çıplak kalıp kendi olanların yeri bu cadde. Üstlerindeki derinin içinde çürümeye başlamış ruhlarını türlü kıyafetle gizlemeye çalışanların bu sokak.. Peki ben bu sokağa ne zaman taşındım?

Karşıma çıkan her şey yetersiz gelmeye başlamıştı. Ha az zaman önce ha çok zaman önce. Çok bir önemi var mı bilmiyorum. Biyolojik olarak ilerlediğini bildiğim, onun dışında da pek bir anlamı olmadığını gördüğüm şey şu zamanın ruhu. Kendi ekinoksunda zıpır bir çocuk işte. Akıp gidiyor öylece..

Doyumsuz kaygılarım, kendince başını alıp giden düşüncelerim, uykusuzluğumun anavatanı olan düşlerim, çakma Çin işkencesi sayılacak kabuslarım.. İşte bu sokak bu Bermuda Şeytan Çokgeninin tam merkeziydi. Merkeziymiş.. Bu sokağın her köşesinde, içimde kıpırtı uyandırmasını sevdiğim her ayrıntının soluk siluetinin mezarı vardı adeta. Ben bir tanıdığın mezara çiçek dikmeye gelmişim de buraya ev yapmışım fark etmeden. Tamam, fark etmemek demeyelim de kendiliğinden gelişen bir yaşam şekli diyelim..

Soluduğum havaya sanki ciğerlerim aşinaymış gibiydi. Birkaç cümlelik ömrü olduğunu düşündüğüm bu masalın bir destana dönüşeceğini pekte hesaba katmış sayılmam. Ruhu toprakla bütün hale gelmiş, et yığınından başka bir şeyin olmadığı bu sokağın tam merkezine kurdum evimi. Balkondaki saksıları çiçeklerle donatırım sanıyordum. Şimdi her birinde kökünü temizlemesi zamanın kendisine meydan okuyan yaban otları birikti. Her şey o kadar renksiz, hayat öyle donuk bir manzaraya sahipti ki bu sokakta güneşin gözü yakan yansımaları başta bunu net görmeyi engelliyordu. Ya da gökkuşağından bihaberdim.. Ta ki kör olup görmeye başlayana kadar..

Önce sesler bulanıklaştı, sonra renkler tadını yitirdi, en sona kalansa karanlığın kendisiydi. Baktıkça göz kamaştıran, matlığının büyüsünden kendini alamayacağın bir karanlık. Bu sokakta kaldırımda bulunan her taşın kendine özgü bir hikayesi vardı; hepsini aynı kılıp o gri olanı eşsiz kılan tek paydasızlık ise, hepsinin arabalarla taşınmış onun trenle gelmiş olmasıydı.. Zamanın kendi içindeki düzeni nasıl ilerledi fikrim yok ben az diyeyim sen çok anla. Bu sokağın her milimetresine, o milimetrede olup bitmiş her ana hakimdim. Ta ki çiçek dikme niyetiyle gittiğim çiçekçiden yeni bir yaban otu alıp evime dönene kadar. Evimin ötesindeki çiçekçi ile kapımın hemencecik önündeki gri kaldırım taşı arasında geçen o süre zarfında kör olmak, tren raylarının özgürlüğünü hatırlamak için ilk adımdı, adımmış..

Afalladım, korkmaya başladım, hayatımda ilk kez ellerimin terle buluştuğuna şahit oldum. Terleri hissederken yaban otunun elimden kayıp düştüğünü fark etmedim bile. Nasıl oldu bilmiyorum. Bir an da balkonumda alıverdim ilk soluğu. İlk soluğu diyorum çünkü öncesi yetersiz solunumdan ibaretmiş. Bu sokağa geldim geleli ilk kez güneşin doğmak için nasıl çabaladığını gördüm. Arabaların isyankar vazgeçişleriyle insanları nasıl içlerinden kustuklarını, kaldırımların üstündeki et yığınlarına olan öfkeyle onlara nasıl hapishane oluşlarını fark ettim. Kuşların özgürce uçuşunu duydum ilk defa. Sessizce ve ansızın vedalaşan, bu vedayı el sallamadan öylece çekip giderek geride son görüntüsünün hiç yaşlanmayacağı bir fotoğraf bırakanları mesela..

Olduğum yere oturup etrafa bakındım öylece. Bu yeni durumu sindirebilmek için; insanların birbirlerine bakarken sağır, dinlerken nasıl yok saydıklarını kavrayabilmek için. Uzun bir gün olacak belli ki. Nabzımın sakinleşmesini beklerken etrafı koklamaktan kendimi alamıyorum. İlk defa bir çiçek kokusunu bu kadar yakınımda duyuyorum. Kendi var oluşum meğer körlükten ibaretmiş. Nefesini hissettiğim, canlılıklarını bildiğim, sokağımı paylaştığımı sandığım her şeyin yitip gidişi.. Yitmiş oluşunu aslında.. Şimdi daha iyi görüyorum. Kendi duvarlarımın gerisinde kalmış özgürlüğüm, balkonumdaki esaretimle yer değiştiriyor yavaş yavaş..

İşte bak, güneş doğmak için verdiği savaşı kazanıyor şimdi. Kendi benliğimi okşamak, düşüncelerimi onaylamak için ortaya kurduğum her cümle ise aynı dili konuşabilen insanların kümesinde yeniden canlanıyor. Yaşam zamansız, seni yoracak ve doyumsuz kılacak bir doğumun tam eşiğindesin. Tanımlamalarla dolu yapılara iyi bak. Kendini anlatmak için türlü renklere boyanmış, kimisi tahtadan kimisi demirden pencerelerle bezenmiş şu yapılara iyice bak. Görüyor musun? Bu sokak öykülerle dolu; uzun tanımlar, yüklü sessizlikler, eklere bölünmüş zamanlar, karşılıklı yorgunluklar, derinliği basıncından dolayı ulaşılamayacak acılar.. Şimdi yavaşça ayağa kalk ve iyice bak bu sokağa. O öykülere bak, ve söyle bana.. SENİN BU SOKAKTAKİ HİKAYEN NE?

..SEVGİLERİMLE..

Yorumlar

Yorum bırakın