
..Henry Gustav Molaison..
Her yazanın, en olmadık yerde lafı uzatma huyuna sahip olduğunu düşünüyorum, nedenini amigdalasında sakladığı.. İlhamının özüne ait her hazine tam olarak buralarda bir yerlerde kendinin keşfedilmesini bekliyor sanki.. Yazımızın kahramanı da tam olarak o hazinenin keşfinde yardımcı olanlardan. Yazarlar hatırlanır, yazılanlar anımsanır, karakterlerse bazen bir uğrak durak olur ve öylece geçer gideriz yanlarından..
Zamanın romatizmasının tuttuğu mevsimlerden biriydi. Önce parmak uçlarımda bir karıncalanma başladı, karşımdaki dağı ortadan ikiye bölen ağaçlarla sarılı yolun görüntüsü bir anda piksel piksel oldu, seslere karşı duyarlılığımı tamamen yitirdiğim o an. Parmak şıklatıldı, perde açıldı, spot ışıklarının hedefinde, sahnenin ortasında açtım gözümü.. Vücudumdaki karıncalanma her hücremi sarmaya başladı, karşımda tanıdığımdan emin olduğum bununla birlikte merhabanın yabancısı olan onlarca meraklı göz beni izliyordu. Benden cevap bekledikleri aşikardı. Bense onlardan daha fazla soru işaretine sahiptim. Yaşamım boyunca kelimelerin efendisiyim diye inansam da şuan kavram ve anlam yetimin bir kaza sonucu yok olduğuna eminim..
Sahnenin önüne doğru yaklaşacak şekilde birkaç adım atıyordum ki, tam o an da maestro devreye girdi, ve tadını anımsayacağım, kokusu burnumda dans eden bir melodi başladı. ”Careless Whisper- Seether” işte şimdi oldu. Vücudum olduğu yerde çakılı duruyor, gözlerimi önce şefe sonra sahnenin tam karşısına çeviriyorum. Doktorumu görüyorum tam karşımda, kafasını sağa sola sallıyor, insanların gözbebekleri büyümeye devam ediyor, daha çok merak, daha çok soru, işte tam şuan kendi erozyonumu yarattığımı anlamaya başlıyorum. Manzarası mütevazi olan balkonumdan, kaotik felaketime doğru istikrarlı bir kumar oynadığımı anımsıyorum mesela. Kaderin tam on ikiden mimlediklerinin listesindeyim. Ve evet şimdi oldu..
Maestro her seferinde daha sert şekilde şarkıyı başa sardırıyor orkestraya. Sempatik sinir sistemim, biçme işine yeni başlayan cellat misali ne yapacağını bilmez bir halde. Bu sahneye en son çıktığımda kuğu gibi süzüldüğümü hissediyorum. Şimdi herkes karşımda, ışıkların gözetiminde, kulağımda pas tadını anımsatan bir müzikle kıpırdamayı hatırlamaya çalışıyorum. Sahneyi dolduran dansa başlıyorum. Ellerimi uzatıyorum, selamımı veriyorum. VE DANS..
Kozmosun çatısında tesadüfe takla attıran bir karşılaşma sonrası, vücutta dopamin ve endorfinin seviyesini arttıran kahve randevusunda buluyorum kendimi. Sonrası malum serotoninin ve oksitosinin katliamının başrolü olacaktı..
İnzivamı rehabilite eden balkonumda neredeyse her günü yeniden başlayıp bir önceki günü anımsamadan devam ettiğim o anlar. Zehirli hikayelerin, yamalı yaşamların sokağında öylece yitirilen günler geçiriyordum. Öyle ki bir nehrin kaynak noktası gibi sabit halde kalmıştım. Zaman etrafımdan akıp geçiyor, hafızama dokunmadan uzaklaşıyordu. Yaşamın bana teğet geçmesinde bir sorun görmemekle beraber bununla ömür boyu yaşayabileceğime neredeyse emindim..
Müziğin daha da şiddetlendiği andayız. Nefesimi havada vücudumdan bağımsız dans ettirecek kadar kontrolü kaybediyorum. Sanki iplerle bağlıyım, hareketlerin yorgunluğu artsa bile durduramıyorum kendimi. Doktor ayağa kalkıyor, sahneye doğru birkaç adım atıyor..
Tarlanın tapusuyla genelev kapısında bekleyen köylü gibiydim. Ne olacağından habersiz, tatlı da bir heyecan sarmıştı. Uzatılan eli tedirgin olmakla beraber tutup dansa kalktım. Tabi ya düşünmem gereken yerde duygulanmak, duygusal mastürbasyona izin vermem gereken yerdeyse düşünmek zorunda bırakmak kendimi. Tam olarak buydu. Beni akıbetimin kaptanı olmaktan alıkoyan o şey. Merakımdan verdiğim her taviz beni, keşfi sabrımı sınayan yollara sürükledi aslında. Birçoğu için bu katlanılabilecek bir durum sayılsa da ben dürtüleriyle hareket eden Pavlov’un köpeği gibiydim. Merakım iplerle kontrol altına alınmaya başladıkça öfkem dansımı etkiler hale gelmişti..
Doktorun elindeki makasın gümüş işlemeleri bir an gözlerimi aldı, dengemi yitirip ayağımın üstüne bastım, ki genelde kimseye izin vermeden önce kendime çelme takmalarımla ün salmıştım sahnelerde. Müzik kağıt kesiği hissi yaratacak şekilde durdu. Yere düşmemle başımı çarpmam öyle saliselik bir olaydı ki karıncaların vücudumda kendi cumhuriyetlerini kurduğunu söyleyebilirim..
Kaskatı bir halde, karanlığın yerini flu görüntülere bıraktığı o an gözlerimi araladım. Karşımdaki bulanıklık azaldıkça yüzünde Mona Lisa’vari bakışları olan kişiyi gördüm. Sırtımı sağlama aldım diyecek olsam da toplumun hapishanesi sayılacak kaldırımda, yatağımdan daha rahat diyerek uzanmışım öyle. İnsanlara doğan cevap hakkına kalırsa da koşuştururken düşmüşüm. Sonucu değiştirmeyecek olduğu için gidiş yolunu önemsemiyorum.. ”Açılın ben doktorum” nidasıyla herkesi kenara kovalayan kişinin zamanın ruhuna itaat etmeksizin başımda uyandırmaya çalıştığını söylediler. Bay Mona Lisa tam karşımda hafif ayağa kalkarak elini uzattı. Dudaklarının hareket ettiğini görsem de seslerin arasından ayırt ettiğim tek şey birinin telefonun çalmasıydı. Doktor dişlerini gösterirken telefondan ”can’t get you out of my head” şarkısını duyduğum o an ellerimi çoktan uzatmıştım..
Telaffuz ettiğim kelimelerin anlatmaya çalıştıklarımla alakası yoktu. Sebebi derinlerde yatan sarsaklığım ”kahve” dışında pek bir şey söylememe izin vermedi. Kestirmelerle dolu hayat bilgimi cetvel kullanmadan yeniden yazmaya adım attığım her gün için..
..SEVGİLERİMLE..

Yorum bırakın