
Önce ortamın sıcaklığını ayarlayalım. Ne Üşütmeli, ne terletmeli. Böylelikle odaklanabiliriz. Şimdi malzemeler: Biraz telaş, biraz hayal kırıklığı, bir fincan insan kalabalığı, bir tutam uygulanmamak üzere ortaya savrulan planlar, bir çorba kaşığı umut, bir avuç korku, alabildiği kadar düşünce karmaşası, bir avuç hata ve bunları karıştıracağımız etten, kemikten bir iskelet sistemi. Ve kolları sıvayalım..
Önce fırını 180 derecede, 15 dakika ısıtalım. O sırada malzemelerimizi iyice karıştıralım. İçine kabarması içinde bir paket öfke koyduk mu tamamdır. Keki fırına atalım. Şimdiyse süsleme malzemelerine geçelim. Yalan, kaygı, karmaşa yaratacak merhamet ve suçluluk, keşfedilmeyi bekleyen yetenekler, kayba uğraması gereken zaman ve sevgi parçacıkları. TİK-TAK. Ve kekimizi fırından alabiliriz. Şimdi dinlenmeye bırakalım. Ardından süslerini halledip servise hazır hale getirelim. Ve işte tamam.. Yenmeye hazırsınız. Sizi dişlerin arasına afiyetle sunabiliriz..
Kekimizin yanına kokusu mest edecek bir kahve, ve hazır. İşte şimdi afiyet olabilir.. Kahve diyorum, zahmet olmazsa..
Değer vermenin ve emek harcamanın bedeli ağırdır, sevgili diş geçiren. Hayat hep masraf çıkarır. Sense hesabı ödedikçe biteceğini sandığın bir yaygaraya mahkum kalırsın. Kekin ve kahvenin tadın çıkarırken izninle bir hikaye anlatmak isterim..
Ruhuyla yazı tura oynayan birinin hikayesini.. Dünyayla arasına aynadan set çekmiş, bakanın sadece yansımasını gördüğü bir duvar.. Yarattığı kaosun ortasında kalanlar ve zihni tacize uğrayanları izlerken, sigarasını yakar ve çıkan dumanın sesini dinleyenin yegane hikayesi. Öğrendiği her yeni tekniği ahmakların üzerinde uygular, onları nakavt edene kadar da durmazdı. Onun yörüngesine girdiğiniz an vay halinize. Ya şah çekene kadar durmamalısınız ya da mat olmaya alışmalısınız. Varoluşsal kaosun elçisi. Satrançta kalifiyeli. Hangi anlama geldiğini anlayamayacağınız bir dolu kelimelerin efendisi. Orkestranın maestrosu. Kendi mahvoluşunda eğlence yaratırken, başkalarının felaketinin başrolü..
Türlü hikayeler dinledim. Kiminin çığlığına, kiminin fısıltısına şahit oldum. Yazdım çoğunu. Bilinsin istedim. Şimdiyse bilinmesinden ziyade sadece dalkavukça bir arzuyla anlatmak istiyorum. Öyle insanlar var ki, içindeki suçlunun intikamını almak için hayatındakilerin umuduna saldırıyorlar. Tabi kimisi, o suçluya hak ettiği cezayı kesebilme cesaretini gösteriyor. Hani bazılarına bakarsınız ve ben bu Mehmet Ağa’yı sarı çizmesinden tanırım dersiniz ya. Bazılarına baktığınızda ise onun dünyasında hiç renk bulamazsınız. Bu adama baktığınızda tek bir şey görebilirsiniz.. KENDİNİZİ..
Öyle bir krallık kurmuş ki. Avlusunu aşıp, sarayın içine girmek neredeyse imkansız. Alamut kalesini aynalarla dizayn etmişler gibi. Herkes için muazzam hikayeler barındıran, görmesiyse neredeyse mümkün olmayan o krallık.. Koruyan askerler yok, içeriden kesilmeyen ezgiler geliyor, türlü çiçek kokuları burnunun olduğunu hatırlatıyor. İnsan ”avlu böyleyse, içerisi nasıldır” demekten alamıyor kendini. Zor bir adam değil, kolay hiç değil. Kuralları açık ve basit. Oyunu karmaşık hale getiren kısmı bu..
Ben sevgimi düşmanlarıma da pay ederken yolumuz kesişti kendisiyle. Büyüleyici olduğunu söyleyebilirim. Duruşunu bilmem, ama sesini tüm hücremle dinlediğimi inkar edemem. Gülümsemesinde, sigarasını sollayan bir buğu vardı. Bense avareliğin el kitabını yazan yaşantımın tam ortasındaydım. Dinledim evet, duymaklaysa işim yokmuş o sıralar. Mağlup olacağım oyunlar oynamakla meşgul zihnim, önüme sunulan satranç tahtasını fark edemiyordu. Tekdüzeliğin yıkıcılığıyla yaşarken, beni şifalandırmak için aynalı yollar sunan bir akıl hocasına ihtiyacım yoktu. Bana çıkardığı şifa haritasını elimin tersiyle ittikçe, şimdilerde fark edeceğim o aynaların daha da kalınlaşmasına neden olmuşum..
Sen defolu hatalar yaparken, hayat senin telafi etmene müsamaha göstermek yerine yoluna devam eder. Öyle acayip koşullarda yaşam sürüyordum ki, tuhaf bir rastlantının bana aylar sonra kendimi bulduracağından zırnık kadar haberim yoktu. Bizim maestronun sahnesi gittikçe kalabalıklaşıyor, bense avlunun yeteceği konusunda kendimi ikna ederek devam ediyordum. Meğer ona rastgelene kadar deli gömleğimi gizlemek için bir dolu emek harcamış, farklı tasarımlar giymişim. Aylar beni, bense saniyeleri kovalarken üstüme giydiğim her tasarım bana, beni yabancı hissettirmeye başladı. Kışın ortasına kadar dayandım. 2021, ocak. Yeteri kadar sıkıştıkça üstümde başımda ne varsa kesip attım. Bir poşete doldurdum. Kafamı kaldırdığımdaysa gördüğüm tek şey yansımamdı. Yanlışı görüyorsan, doğru soruyu soramıyorsun. Zihnim berraklaştıkça sesim kısılmaya başladı. Resmin geneline bakmaya başladıkça telaşlarım sakinleşmeye başladı. Şimdiyse tek istediğim, gömleğimin verdiği yetkiye dayanarak oyun masasına oturmaktı. Geçmiş olsun. Zaman sadece bana değil, krallığa karşıda cilvesini göstermiş olacak ki ortada ne masa kalmıştı ne oynayabileceğim bir oyun. İşin ehli birçok oyunu mat etmiş, kendini ruhuyla bedenini ayıracak o eşsiz formülün arayışına adamıştı. Ne koyduğu aynalardaki yansıma, ne masadaki oyunlar, ne hayatın kuralları ona haz vermiyordu. Arayışını kızgın fırtınalı okyanusta sürdürmek üzere çıktığı yolda keşfettikleri, kaybettikleri onun için paha biçilmez birer hazine olmaya başlamıştı. Bedenine bakıp gördüğünle, ruhunda çalan ıslık öyle başkaydı ki. Onu artık anlamak neredeyse krallığı kadar imkansız yollardan geçiyordu..
Ben önce o aynaları aşmak için çabaladım.. E insan ancak kaybedince uğruna savaşacağı bir oyuna dahil oluyor işte.. Hayat ciddileştikçe gülmeye, sorguladıkça susmaya başlamam epey zamanımı aldı tabi. 2021, nisan. Bizim kaşif yanlış bildikleriyle, doğru gördükleriyle kahve içmeye geldi. ‘En az bir tane aşağılık insanla yakınlaşmadan doğru bir insan olmazsın’ demiş yazar. Bense doğularımı yeni yeni bulma, gömleğimin tadını çıkarma dönemindeydim. O ise krallığını devretmiş, sonsuzluğun sınırını aramaya çıkmış bir kaşif olma döneminde. İnsanlar yüzyıllardır birbirlerinin hatalarını tekrarlayıp farklı sonuçlar bekler. Kahvemizin her yudumda aklımda kendini açıklama ihtiyacı duyan düşünceler sırası gelsin diye can atarken, dilimde sadece kaşifin hayatına dair konuşmalar vardı. Belki de bir yanım o zamanlar biliyordu, ne dersem diyeyim yanlış insan olma etiketimi üstümden atmayacak ve bi daha kahve içemeyeceğimizi. Her neyse. 2021, eylül. Sonbahar sayesinde kurumuş yapraklarımı dökme fırsatı bulmuştum, Kaşifse ruh-beden ikileminde dört bilinmeyenli denklerimin formülünü bulmak üzereydi. Ben ikisinin birliğine sığınmayı seçenlerdenim. Oysa ikisini de ayrı ayrı kontrol edebilecek olanlardan. 2022, ocak. Kekin gömleğimin üstüne dökülen kırıntılarıyla, ve kahvemden yükselen dumanla penceremden sokağa bakmaya başladım. Kekin malzemelerinde eksik olan tatları ilk kez algılıyordum. Tam karşı kaldırımımdaysa sevgili kaşifi gördüm. Elinde hesap defteri, aklın sınırını aşmış şekilde, anlam ve izahın rotasını çiziyordu. Kafasını kaldırdı gökyüzüne, Tesla’nın güvercinini görme ümidiyle baktı, yandan çarıklı bir gülümsemeyle çizdiği rotayı sol göğsünün üstündeki cebe koydu ve sadece yürüdü..
Kendimizi tanımakta zorlandığımız sürece yaşam hep ilginç hikayelere, eksik malzemeli keklere ev sahipliği yapacak sanırım. Ve ben. Üç günlük dünyanın son saniyelerinde, kekin tadını çıkarırken, deli raporumu gömleğime iliştirip, yaşamın kepazeliğinden sıyrılıp evrenin neşesini hissedeceğim..
Afiyet olsun, ha bu arada eğer ki havada asılı kalan benliğinle kavuşmayı istersen bir gün ve anlamak istersen insanları; kekin tadını çıkarırken iyi düşün! Bildiğini sandığın her şeyi unutmadan, hiçliği anlaman mümkün olmayacaktır çünkü..
..SEVGİLERİMLE..

Yorum bırakın