
Hayatıma tutunamadığım noktadan aşağı doğru sarkıttım ayaklarımı. Bir kahramanın gelip beni kurtarmasını falan beklemiyorum yanlış olmasın.. Sadece yer çekimine meydan okuyan tükürüklerimin asılı kalışını izliyorum..
Tam her şeyi rayına koyduğumu düşündüğüm anda hayatın kendisiyle aramda olan bağı kesmesi üzerine yere kapaklandım. Gözümü açtığımda buradaydım. Bu izbe uçurumun tam kenarında.. Şehir sarkan ayaklarımın tam altında. masum bir duruş sergiliyordu.. İçinde yatan canavarı, akan pisliği, yarattığı kaosu sisle kapatmıştı. Öyle masum duruyordu ki görseniz celladınızın kendiniz olduğuna yemin ederdiniz. Sanki kaybedişinize sessizce tanıklık etmemiş gibi, ihanete uğrayışınızı görmezden gelmemiş gibi, yalnızlığınıza sırt çeviren o değilmiş gibi..
Kısa değil, uzun sayılmaz. Tastamam çeyrek asırlık bira hayat yaşadım. Şimdi geri kalan çeyreğin ilk yarındayım hatta. Elimde avucumda kalana bakıyorum, hiç. Kocaman, zemini sağlam bir hiç. Ektiğim tohumlara ilişiyor gözüm, kimisi filizlenmiş, kimisi boy atmış, kimisi toprağa karışıp kaybolmuş.. Hayatın benimle bağını kesip atmasını ne yazık ki anlıyorum. Tüm gün aylaklık eden, geceleri gündüzün hesabını yapan, kendinin labirentinde kaybolmuş bir kobaydan ne bekleyebilirdi zaten..
Aslında aylaklık ruhumun parçası olmadan önce çok yorulmuştum. Hayatın bunu anlayabileceğinden emindim. Neredeyse.. Çok severdim, hemen güvenirdim, elimden de neredeyse her iş gelir biliyor musun. Kaçmazdım, gözüm korkmazdı ki. Dimdik dururdum her şeyin karşısında. Haksızlığa göğüs gere gere karşı çıkardım, işimi hakkını vererek yapardım, çiçekleri layığıyla koklar, toprağa hissiyatla dokunurdum. Peki sonra ne oldu! Yani ne oldu da aylaklık beni sorumluluk alma, mücadele etme illetinden koru hale geldi. Hayatımın atı üstüne geldi, iyi ama neden?
Biri daha Şems’in sözünü kullanırsa fırıncı küreğiyle dalabilirim. Hayır kardeşim, hayır ya hayatımın altı üstünden iyi falan değil.. Aynaya baktığımda aradığım huzuru, yorgunuma sokulup kaybolmakta buldum çünkü.. Önce yorgunum dedim. Doktorum depresyon dedi. Dedim ki keyif vermiyor muhabbetler, saçma geliyor kavga gürültüler. Doktorum anksiyete dedi.. Peki madem öyle reçetem tamamsa neden hala haz alamıyorum, dedim. Zamana ihtiyacın var, dedi..
ZAMAN.. En büyük aylak, dedim. Duygularına göre akış hızını değiştiren bir oyuncu, dedim. Böyle hissetmen normal, dedi. Anlayacağın her şeyi kılıfını uydurmak kolaydı. Kolay olmasına kolaydı da, o kılıfın bana uymasının hiçbir yolu yoktu.. Ya tarzım değildi ya da ben kilo dengesinden dolayı bir türlü oturtamadım o kılıfları üstüme. Denedim, giymeyi onca etiketi. . Olmadı, olmamış daha doğrusu..
Şehir üstüme üstüme geliyor, insanlar anlamsız vızıltılar çıkarıyordu. Şehir hapishane, kaldırımlar havalandırmaya çıkış alanıydı sanki, sokaktan gardiyanlar hızla gelip geçiyor gibiydi. Gökyüzünü görmek zahmetli bir hal almıştı. Görüş gününe çıkarcasına şehrin tepesine gider biraz soluklanıp hapishaneme geri dönüyordum.. Hayatımın sonsuz döngüsünü yarattım böylece.. Kahvemi yudumluyor, birkaç kelime karalıyor, havalandırmaya çıkıp geri yerime dönüyordum. Ta ki hayat benle arasındaki ipi kesip atana kadar..
Döngüden beni kurtarmış olması her ne kadar hoşuma gitmiş olsa da aylaklığımdan beni kurtaramadı.. Şehrin soluk benizinden, kasvetli insanlarından, zehirli oksijeninden, kanalizasyonunu solumaktan kurtuldum, evet. Şimdiyse kendimle baş başa, bir uçurumun kenarında ayaklarımı sarkıtmış şekilde bendeki izlerin yaratıcısına bakıyorum.. Ve kendime bir cevap arıyorum.. Beni hapseden şehrin girdabı değilse, o zaman ne?
..SEVGİLERİMLE..

Yorum bırakın