..TÜM KIZLARIMA, SEVGİLERİMLE..

Kişisel değer yargılarımızın, genetik aktarımla ve toplumun baskısıyla edindiğimizi düşünmeye başladığımdan beri çoğumuzun kimlikte sahtecilik yaptığına inanıyorum.. Arkadaşlık ve aşk ilişkilerimiz, meslek seçimlerimiz, bağımlılıklarımız, duygusal tepkilerimiz, düşünce yapımız, davranış biçimlerimiz her ne kadar kendi seçimlerimiz ve yaşadıklarımızın sonucu gibi görünse de en temelinde miras olarak aldıklarımız ve farkında olmadan öğrendiklerimiz yatıyor..

Bugün, bunca karmaşık konunun içinden en çokta partner seçimlerimiz ve aşka bakışımızı konuşalım istiyorum.. 

Hayatımıza aldığımız insanlarla ebeveynlerimiz arasında bir bağ olduğunu duymuş ya da okumuşsunuzdur. Ya tam zıtlarını ya da birebir aynı yapıda olanları buluruz. Tabi kendi yaralarımız ve karşılanmayan ihtiyaçlarımızda ekstrasıyla geliyor yanında.. Şimdilerde iletişime geçmek ve ilişki kurmak maalesef bir hayli zor. Hepimizin yaraları, korkuları, sorumluluk almaktan kaçtığı yanları var. Birçoğumuz ise ilişki kurmayı yük olarak görüyoruz. Tüketim çılgınlığı eşyalardan çok insan ilişkisine indirim yapmış olsa gerek, hepimizde her şeye sahip olma arzusu arttığına göre.. 

Birilerinden hoşlanır, karşılıklı bir iletişim kurulur, mümkün olduğunca zaman yaratılır, sohbet edilir, anılar biriktirilir, sonucu ya nikaha ya ayrılığa giderdi bir zaman öncesine kadar. Yavaş yavaş yanlış bir aydınlanma sonucu, herkesle her şeyi yaşayabilir, paylaşabilir ve işi bittiğinde de ki bu mümkün olduğunca en kısa zamanda kararı verilen bir konu haline geldi, yolları ayırır yenilerine anında yer açılır bir hal oldu. Böyle olunca sahte olan gerçeğin yerine kolayca geçebildi, hem de neredeyse hiç çaba harcamadan..

Bağımlılıklar kendini tanımlamanın en klas yanı oldu. Birilerini yok saymak özgüvenli görünmek sayıldı. Anlamaya çalışmak yerine kestirip atmak kendine değer vermek oldu. Sadece bağlanma biçimlerimiz değil, kavramlarımız da bir hayli değişti.. Bu da duygularımızı yansıtmanın zararlı olduğunu, bastırıp üzerine basıp geçmenin doğru olduğunu düşünmemize neden oldu..

Birbirimizle gerçek bağlar kurabiliyor muyuz, hiç sanmıyorum! Baksan bile görmediğin bir şeyle, Duysan bile dinlemediğinle, bilsen bile anlayamadığınla empati kurmak ne kadar mümkün olabilir ki.. 

EMPATİ! 

”Dünyalar arasındaki boşluk empatinin aşamayacağı kadar büyük bir engel midir” demiş yazar. Yargılarımız savunma mekanizmamızın en kuvvetli silahlarından biri, ve biz bunu kullanmaktan gocunmaz hatta övünür bir hale geldik. Peki ama niye? Brene Brown cesaret çağrısı adlı konuşmasında kırılganlığın bir hayli detayına iniyor ve cesaretle atılan adımların en temelinde kırgınlıklarımızın yattığını anlatıyor. Aslında dönüşüm hikayelerimizin de en keskin virajında bulunan ilk durak kırılganlıklarımız değil mi? Ailemizin yarattığı kırgınlıklar eş ve iş seçimlerimizi etkiliyor, arkadaşlığın yarattığı kırgınlıklar daha seçici ve daha özverili olmamıza neden olabiliyor ve elbette gönül kırgınlıklarımız, güven duygusunu sarssa bile belki de kendimize hiç sormadığımız soruları sordurtuyor. Elbette her şey bu kadar kolay ilerlemiyor. Hayata karşı öfkeli, temkinli, duyarsız, kibirli davranışlar sergileyebiliyoruz. Kimilerimiz duvarlar örüyor küçük bir pencereden bakmaya başlıyor hayata, kimimizse aksine sahip olduğu duvarları yıkıyor ve koca bir orman keşfediyor.. Korkuyor en içimiz, ben böyleyim ya diyor içimiz, en değerli benim diyor dışımız. Sonra, elbette bakmayı bilirsek, duygularla sarıp sarmalanmaktan bir mil uzaklıktayız. Aklı uyuşturan ne varsa izin veriyoruz hayatımızda hükmetmesine. Kalbe yatkın ne varsa uzaklaşıyoruz sonra. Korkuyor en içimiz; sevmekten, güvenmekten, bir eli tutabilmekten,  içten gülümseyebilmekten, sözler vermekten, ait olmaktan.. Anın getiri neyse o olsun yeter diyor dışımız; eğlenelim, içelim, yiyelim, sevişelim.. 

Kasma beni, boğma, ben böyleyim işine gelirse, yok sayarım, uğraşamamların altında yatan ürkek çocuğun aslında sevilmeye, güvenmeye, ait olmaya ihtiyacım var fısıltısını sahibi dışında kim duyabilir ki..  

Kırgınlıklardan ve cesaretten geçmeyen hikayeler biraz eksiktir aslında. Gerçekliği yok denilecek kadar azdır.. İz bırakan yaralarımız olacak, karanlığın küfü boğacak bazen, izi görünmese de sızısını duyacağın anıların olacak, düşeceksin, korkacaksın, belki de dönüşeceksin ben buyumculara, kendi kalbin sağlam kalsın diye ezip geçeceksin belki başka bir kalbi, elinde bir sevgisi kalanın elinden çalacaksın sevgisini onu geride bırakıp sen şen kahkahalarına devam edeceksin.. 

Sessizce verilen savaşların, buzdan kalbi olanları inatla sevişlerin, bazen hüngür şakır ağlamaların, bazen neşeli kahkahaların, örülen duvarların, yıkılan sarayların, cesurca atılan adımdan dolayı düşüşlerin, korkuyla çıkılan yolda keşiflerin, dönüşümlerin, değişimlerin, yanılgıların, haklı çıkan hislerin, bazen ihanet edişlerin bazense ihanete uğrayışların, yorgan yastık yatışların, caddelerde  umarsızca dans edişlerin, çatık kaşların, sempatik gamzelerin, heyecanlı sevişlerin, öfkeli kaçışların, çelişen düşüncelerin, adlandıramadığın duyguların olacak.. Hepsi sensin, senin parçan, bir yanın.. Sevişlerinle, sövüşlerinle, öpüşlerinle hepsi sensin.. Başka dünyaların insanı ya da farklı insanların dünyası olabilirsin. Zaman zaman bu denklem değişebilir de.. 

Yıldız Tilbe- Sana Değer’i aç ve sor kendine; iki aslan varmış biri aşk biri korku, savaşı hangisi kazanmış?

..SEVGİLERİMLE..

Yorumlar

Yorum bırakın