
Annemizin bizi sevme şekli kendimizi nasıl sevdiğimizi, babamızın bizi sevme şekli karşımızdaki insanı sevme şeklimizi belirleyici bir etmen. Panik yapmayın, kaşlarınızı da çatmayın (ki bu iki durumdan birini hissettiyseniz daha çok dikkat kesilin, tabi iyileşmek isterseniz). Ebeveynler dünyayla kurduğumuz ilişkinin, dünyayı görme şeklimizin ve kendimizle olan ilişkimizin yapı taşlarını oluşturan en önemli faktörler. Elbette iş onlarla bitmiyor, sadece başlıyor. Bağ kurma stillerimiz, duygularımızda alma verme şeklimiz, dünyaya bakış açımız, hatta alışkanlıklarımıza kadar etki eden önemli bir faktör.. Savunmasız olduğumuz çocukluğumuzdan hayata adım atmaya başladığımız yaşlarda ise işin için başka değişkenler de giriyor eğitim verenlerimiz, maruz kaldığımız çevre, arkadaşlıklarımız, hatta yeme içme alışkanlıklarımız bile derken bizi biz yapan her hücremiz kalıcı bir biçimde şekillenmeye başlıyor..
Şimdilerde 30’unda olan bir kadın olarak bakıyorum da 20’lerime o deli dolu haller, o sevmeler, harcamaktan korkulmayan o enerji, sanki hiç bitmeyecek gibi insanlara yatırım yapılan o zaman derken birçok konuda bir hayli dürtüsel ve deneme yanılma yollarıyla yaşanmış bir toyluk..
Tabi 27’mde yaşadığım ağır depresyon her şeyi içine yutan bir kara delik misali çöreklendi hayatıma. Başlarda ne yaşadığımı bile anlamamıştım; bana ne oluyor, niye hayata odaklanamıyorum, niye adım atmaya mecalim yok, insanlar kalbimi kırmak konusunda nasıl bu kadar cüretkar, hayat beni alaşağı etmekten keyif mi alıyor, ulan bana ne oluyor! Anneciğim canım benim; gözümüzün önünde eriyorsun diyor bende tık yok, sen her şeyin üstesinden gelirsin lütfen ayağa kalk diyor inanır mısınız her şeyle niye mücadele etmeliyim ki bile diyesim yok, o çok sevdiğim müziği dansı yazmayı çalışmayı bir anda bıraktım vallahi hevesim de yok, derken annemin bana gönderdiği bir fotoğraf aslında benim o uyuşmazlı koma halime bir kalp masajı darbesi oldu. O ilk darbe sonucunda geçtim ayna karşısına bir fotoğrafa bakıyorum bir de aynaya aradaki fark beni öyle öfkelendirdi ki “sen kendine ne yaptın” diye kendimi sarsarken buldum.. Hastaneleri pek sevmem, kim sever ki zaten, yine de ertesi sabah doktora gidip ya dedim beni hastaneye yatır ya da beni bu kabustan uyandır. Kendime rest çekmişim bi defa geri döner miyim hiç. Böyle sayfalarca anlatırım o zamanları inanın ama bir şeyi çok iyi öğrendim bazı şeyleri yaşamayan bilmez o şeyin insana ne yaptığını. Bana verilen tavsiyelerin saçmalığı mesela; doğa yürüyüşü yap, kendine öncelik ver, kendine yatırım yap, bir şeylerle meşgul ol gibi bomboş cümleler silsilesi. Lan zaten olay bunları yapamamak ya, beyin gerekli hormonları salgılayamıyor vücut hayatta kalmak için kendini kapatıp tasarruf durumuna sokmuş sen hala ne diyorsun ne bilader, diyemiyorsun neden çünkü halin yok, işte salaklık sadece salak olana kolay derler ya gerçekten de öyle.. Neyse eskilere gidince biraz dertleşmek istedim gelin o karanlığın içinden aydınlığa geçelim geri..
İlk yıl en zoruydu ama pes etmedim, bir kere meydan okuduysam o savaşı kazanana kadar pes etmek huyum değildir zaten. Ve hayatımda ilk kez kendime, hem de hiç mecalim yokken meydan okumuştum, bu savaşı bırakırsam hiçbir savaşı kazanamazdım, bırakmadım.. Sen iyi değilsin çok yorgunsun diye hayat sana yol vermiyor, hayatta öğrendiğim en kırıcı felsefelerden birisi oldu bu, ama öğrendim. Asıl film ikinci senesinde başladı; kendimle konuşmayı öğrenmeye başladım meğer ne zormuş insanın kendini dinlemesi, içimdekiler anlatmaya başladıkça yeni bir karanlık belirdi, korktum. Yine de temas etmeye çalıştım o karanlıkla, meğer bir kız çocuğu saklanmış gardrop içine, yıllarca orada öylece beklemiş kendi kendine.. Tedirgin bir halde, susmuş bir biçimde baktı gözlerime. karanlığa alışana kadar fark edememiştim gözlerindeki hüznü, hayatımda hiç bu kadar derinden acımamıştı canım kendim yüzünden.. Ve ilk temas..
Hep aklımın benden hızlı olduğunu bilirdim de beynim düşünüyorsa vardır bir bildiği der köşeye çekilir pek umursamazdım. Hep kalbim hissederdi de, ben pek önemsemezdim.. Ta ki o güne kadar. O ilk temasta idrak ettiğim gerçek beni oldukça sarstı.. İnsanın kendi olması için vereceği savaşın ayak sesleri ürkütücü olurmuş o zamanlarda bundan dolayı olduğunu anlamamıştım. Her şeyi yıkmam gerekiyordu; evimi, bahçemi, sokağımı, benim diye benimsediklerimi, bana ait sandığım şeyleri, öğrendiğim onca hayat tecrübesini. Benliğimde var olan, beni 29 yaşıma kadar taşıyan o gemiyi yakmam gerekiyordu, yüzme bilmiyor olmanın korkusu (alışkanlıklar, emekler, çabalar aslında) beni arafta bıraksa da yıktım.. Ya o güne kadar beni taşımış olan her şeyle devam edecek yarım yamalak, kendinden bihaber biri olarak devam edecektim ya da bu kızı yeniden büyütecektim..
Vay be şimdi kelimelere dökünce görüyorum ki iyi ki o suya dalmışım, yüzme bilmiyor olmaktan değil meğer boğulmaktan korkmuşum.. Hayli zaman aldı cebelleşerek karaya varmak, ne bir can simidim oldu ne o sulardan geçen bir başka gemi.. Yine zamanın tik taklarına rağmen varabildim karaya.. Savaşmaya alışmış bir komutan anca ölünce çıkarır üniformasını, elindeki kılıcı derler. Doğru.. Onca yara bereyle, onca harabeyle, yok efendim ailem böyle, aman efendim hayat adil değil, yok ben bu yaşıma kadar bunları benimsedim artık ben buyum demelerin hepsini yutmuş su..
Yavaş yavaş kendimi büyütmeye başladım; önce ilk kelime çıktı ağzımdan, sonra o gardıroptan dışarıya o ilk adımı attım, çocuğunun ilk adımını gören ebeveyn neşesi kapladı içimi. Ardından da hayata yeniden adım atmak, kavramları ve anlamları yeniden yapılandırmak kalmıştı.. Yavaş yavaş yaptım, hala da yapıyorum aslında..
Bunca uzun anlatmamı maruz görün.. Bugün biraz fazla duygusallık var üzerimde.. Hem aşktan hem de sürekli savaşmanın yorulmuşluğundan..
25 Mart, benim sevgili doğum günüm.. Bana bu yaşımda meğer ne güzel bir hediye hazırlamış.. Bugün o hediyenin dördüncü ayı aslında..
Kendime yeni ve kalıcı sınırlar çizdiğim, ben artık kendi yolundayım dediğim, ilişkiler konusunda ne istediğimi bildiğim, istemediklerim konusunda net bir çizgiyle yürümeye devam ettiğim bir yaşa girmiştim..
Sonra bir şey oldu, hiç beklemediğim hatta asla, imkanı yok diyeceğim türden bir şey..
..Aşk..
Durun hemen yelkenler suya inmesin, ortalık sadece romantizm korkmuyor çünkü. Elini tuttuğunuz insanında ebeveynlerinden öğrendiği bir sevme şekli var, sorunlarla baş etmek ya da sorunları hasır etmek gibi huyları var, yaraları var mesela, onu da kırıp döken bir hayat var, onu da seçeneksiz bırakan konular var.. İşte asıl masal bunlara rağmen iki kişinin kim olduğunu seçmesiyle başlıyor..
Bu zamana kadar öğrendiklerimizle birbirimizi kanatacak mıyız, yoksa önce öğrendiklerimizi geri de bırakıp yeni bir lisan oluşturacak mıyız? Birbirimizin yaralarına şifa olacak mıyız, yoksa yeni yaralar mı açacağız? Telaşlandığımızda kaçacak mıyız yoksa sevgiye sımsıkı sarılıp birlikte halledebiliriz diyebilecek miyiz? Sabırla ve zamanla her şeyi göğüsleyecek miyiz yoksa kaderin ve zamanın darmadağın etmesine izin mi vereceğiz?
Ben kendimi büyütürken bulduğum bu aşkta kendimce hatalarla doğrularla yeni yollar bulmaya hevesli ve heyecanlı bir mevsimin eşiğindeyim.. Peki ya bu aşk benim elimden tutacak cesarete sahip mi?
..SEVGİLERİMLE..

Yorum bırakın