
Ve prens prensesi öper, prenses uykudan uyanır.. Ne büyülü bir aşk hikayesi.. Halbuki prenses neden uyuyordur, uyanmak için neden bir prens gereklidir ya da uyanınca neler olmuştur işin bu kısımları pekte ilgi çekmez.. İşte buna kızan ben bir öpücükle yaşadığım sancılı uyanma sonucu buna neden kızdığımı anladım. Ve sanırım sıra olduğu haliyle hikayeyi kabul edebilmek ve kendi zamanımı canlı yaşayabilmekte..
“Her nasip vaktine esirmiş” cümlesini okuduğum, okuduktan sonra gerçekten de sarsıldığım bir kitabın bendeki yansımasıdır bu yazı.. Yaşadığımı ve anladığımı yazmak yetmez, yazdıklarımı yaşamayı da isterim diyeceğim türden.
Şu uyanma hali, kendini gerçekleştirme işi bir anda oluverir sanıyorsun. Okuyorsun, izliyorsun, dinliyorsun, kendinde yıkımlar yapıyor yerine yeni inşa edeceklerini seçmeye gayret ediyorsun. Sen ediyorsun etmesine de zaman sana dönüp bakmadan tik taklarını ardın sıra devam ettiriyor.. Vardım diyorsun, oldum sanıyorsun hayatta karşılığında tak diye bir tokat savuruyor. Başlarda sersemliyorsun e diyorsun onca çırpınma içinde buraya kadar geldim neydi şimdi bu! Tokatın ve yarattığı sersemlik hali etkisini yitirmeye başlayınca ha gayret diye yeniden başlıyorsun. Sen başlıyorsun başlamasına da hayat sen çırpınıyorsun diye durup sana yol vermeye pekte niyetli değil, görüyorsun.. Dünün enkazını temizleyip bugünü inşa edeyim derken farkına varmadan yine yeniden bir döngüye kapılıyorsun aslında..
İşte 2 nisan, baharı getiren o öpücük aslında uyku katmanımda bir yeni uyanış içinmiş meğer. Ben her uyandım sandığımda, meğer sadece yeni bir rüyaya gözlerimi açmış, bir önceki rüyayı geride bırakmışım.. Meğer çaba sandığım sadece çırpınmaktan ibaretmiş, hele korkularım öyle maskelenmiş ki savunma duvarlarının arkasına ben bile erişemez hale gelmişim. Dün gece o duvara toplayınca anladım, önce canımın yanması ardından gelen idrak ile..
Kalbimde evi olanın heyecanını görüp onun adına gururlanırken bir yandan, yanında değilim ve mutluluğuna ortak olamıyorum diyerek çaresiz hissetmek diğer yandan. Başardığı şeyi sevinçle kucaklarken bir yandan, ona tebriklerle sarılamamanın hüznü yandan. Her anına şahit olma hevesi ve arzusu bir yandan, ondan bihaber kalmanın burukluğu diğer yandan.. Bir bankta, bir başıma beklerken saatlerce, bu iki zıt duyguları barındırırken içimde, bir köpeğin sev beni diye usulca sokuluşuyla anladım ki birincisi iki zıtlık aynı anda aynı yerde var olamaz, ikincisi çaresizliğin ve burukluğun sebebiyse daha derindi diye. Yüzleşmem gereken kendi gerçekliğim tam önümde sevgiyle başının okşaması, güvenle yanında durulması ve şeffaflıkla ona ulaşılması için bekliyordu. Neydi beni böyle karanlığa ensemden bastıran gerçek; yetersizlik, çaresizlik, kaybetme korkusu? Peki neydi bu duyguları besleyen düşünce? Beni, kafamı suyun üstüne her çıkardığımda dibe çeken şey neydi? Hatırladım, en derinde yatan o boğulma hikayemi; o gölde boğulmak üzere olan küçük kızın, gözleri açık dibe doğru çökerken hissettiği o yaşamın bitişi anında bir el yardımıyla kurtarılışını ve bir daha suya giremeyecek kadar korkuşunu, sadece bunu değil meğer içten içe bir elin onu boğulurken gelip çekip çıkarmasını bekleyişini. Hatırladım..
Zihnim kendi hikayesine yani dününe ait kimliğine sıkı sıkıya tutunmak için beni bugümde sürekli tetikte tutuyor. Tutmak zorunda, çünkü o iyi ya da kötü demiyor, benim bildiğim hikaye bu bunun başını ve sonunu biliyorum o yüzden bu hikayeyi canlı tutmalıyız ki güvende olalım diyor. Oysa bilinç, bir yandan kendi varlık sebebini sana fısıldayarak anlatmaya çalışıyor, zihnin gürültüsü arasında kalan cılız sesi duyulmuyor elbette..
İşte o öpücük ve sonrasında o öpücükten mahrum kalan ben zihnim ve bilincim arasındaki köprüde ayaklarımı sarkıtmış kahvemi yudumluyorum. Hayatın trafiği ayaklarımın altından akıp giderken..
Dün zihnimi saran telaşı işte bu uyanma hali sarıyor. Ben meğer o aşkı kaybetmekten, o öpücüğün yarattığı canlılık hissini kaybetmekten, kilometrelerin yaratacağı şeffaflık ve iletişimde olmama hissinden, kısaca gölden çıkıp evimdeyim deme halini kaybetmekten korkuyorum. Ya yeniden o göle düşersem, ya yeniden dibe doğru çekilirsem ve bu sefer o el gelmezse ne yaparım! İşte hikayenin tekrar eden, her seferinde kendimi baltalamama neden olan kök bu. Yüzmeyi öğrenirim, suyla haşır neşir olurum, hatta kim bilir belki çok iyi bir yüzücü olurum demek değil de sürekli boğulurum demek, yeni bir deneyim elde etmek değil de hep tanıdık bildik olanı deneyimlemek.. İşte o filmi izledim, o hikayeyi okudum, tanıyorum,sonunu biliyorum. Zihin tanıdık olana güven duyar, en azından o an hayatta kaldın der, nasıl kaldın ya da bu hayatta kalma şekli sana hizmet ediyor mu demez, diyemez, çünkü bilmez..
İyi bir yüzücü olma ihtimalin olduğu için o göle çekildin demez, suyu seviyorsun su sana iyi geliyor demez, sen keşfedeceksin ufkun geniş demez, diyemez..
“Diyelim ki bir lider olarak geldin dünyaya, özünde tüm lider vasıfları var, yaşam seni lider yapacak ortamlara götürür ve olman gereken insana temas edeceklerle buluşturur, peki nasıl bir lider olacaksın? Ghandi de bi lider Hitler de bir lider, fark ne, ikisinin bilincindekilerle yaptığı seçim, yani sorumluluk senin.. ne yapacağım, nasıl yapacağım değil kim olacağım meselesi..” İşte tam da şu anda ‘seyir’ kitabının imdadıma yetiştiği o örnek..
Mevlana’nın misal aleminde her şey yaratıldı deyişi geldi aklıma. Aslında sistem senin neyi yaratacağına değil, neyi deneyimlemek istediğine bakıyor. O gölde tam boğulurken bir elin beni kurtarmasını mı deneyimlemek istiyorum yoksa iyi bir yüzücü olmayı mı deneyimlemek istiyorum. İşte tam bu anda nefesim hücrelerime doluyor; boğulma hissini yaşamış bir kız çocuğu olarak o anı orada bırakmak yerine her gün yeniden boğulma deneyimini yani geçmişin hikayesini yaşatmayı seçiyorum, kendimi her gün yeniden yeniden o gölün dibine çekiyorum.. Dünün kaderi yaşandı ve bitti, o an kurtuldum ve yaşamdayım. Oysa ne çok severim suyu, ne çok isterim balık gibi dalıp çıkmayı, bugün suyla barışmak suyla dost olmak aslında yüzmeyi seven biri olmayı seçmek aynı zamanda geçmişi de iyileştirmek değil mi.. Uzatılan yardım elini beklemekten, boğulma hissini sürekli yaşamaktan özgürleşmek, geçmişi özgürleştirmeyi seçen olmak değil mi aynı zamanda..
Zaman, zihnin ördüğü hikayenin bir akış aracı aslında. Bir geçmişin olmalı, ki gelecekteki sen yaşadıklarına bir dayanak bulabilesin. Yani aklında geçirdiğin zaman, gerçek zamanın akışından uzaklaştırıyor seni, zamanla da aklının yazdığı hikayeye uygun roller belirleyip oynuyorsun. bu benim diyerek sahipleniyorsun o kimliği sıkı sıkıya..
Dönüştürmenin tek yoluysa, burası önemli, sorumluluk almak. koşullara teslim olmamak, dünün filmini izlemeyi bırakarak, yarının telaşından sıyrılarak bugününü seçmek. Şimdi dön bir bak seçimlerine sevgiyi mi seçiyorsun nefretimi, sorumluluk almayı mı seçiyorsun yoksa kaçmayı mı, dönüştürmeyi mi seçiyorsun aynı kalmayı mı?
O gölde boğulmayı mı seçiyorsun, yoksa yüzmeyi öğrenmeyi mi?
..SEVGİLERİMLE..

Yorum bırakın