Yazar: yildizlaraltinda

  • ..SON BİR GECE..

    Olmasını istediğimiz, gelmesini beklediğimiz şeyleri bir düşünün.. Sadece tek bir geceliğin herkesin bu beklenti ve isteğinin gerçekleştiğini düşünün bir de.. Ne büyük bir kaos ama! Sadece birimizin istediği gerçekleşse ne muhteşem bir gerçeklik olur dediğimiz her şey sayı arttığı an kaosun efendisi oluyor. Aslında o gerçeklik sayı tekken de pek değişmiyor, sadece etkilediği kişi sayısı değişiyor.. Birine aşık olduğunuzu ve onun gelmesini istediğinizi düşünün, onun ne hissettiği ne düşündüğü kimlerle ne yaşamak istediğini es geçiyor kendinizi merkeze koyuyorsunuz. Aslında kendi hayatınızı da göz ardı ediyorsunuz. Size aşkla gelecek olanı yok sayıyorsunuz mesela.. Ya da çok istediğiniz bir iş var diyelim ki.. Başarısız olacağınız belki de başarıya gideceğiniz bambaşka yoldan saptığınız bir seçim yapıyorsunuz aslında..

    Dün bir büyücüyle karşılaştı. Aylak aylak geziniyordum. Müziğe kendimi kaptırdığım an da birisi dikkatimi çekti, yanına yaklaşıp iyi olup olmadığını soracaktım aslında tek derdi buydu.. Daha sorumu soramadan bana sıkkın olduğunu ve sebebinin ben olduğumu söyledi. Apışıp kaldım karşısında.. İste dedi sadece iste. Ne olduğun söylemeden, neden olduğunu söylemeden, sadece istememi söyledi. Aklımda soru zincirleri oluşmaya başlarken ”sustur şu aklını ve iste” diye bağırdı. Neye uğradığımı şaşırmış bir haldeydim, ”su” dedim bir anda. Sadece su! Daha fazlasını istediğimden emin, istemediğim içinse öfkeli bir bakış atarak matarasından suyu uzattı.. Benimle dalga geçtiğinden neredeyse emindim. Sorgular gözle bana bakmaya devam etti. Anlamama yardımcı olmasını istediğimde daha da öfkelendi..

    ”Sorunlarını düşünmekten çözümleri göremeyecek kadar körsün, bir aptalla karşılaştığına ve seninle dalga geçtiğine neredeyse eminsin, kendine o kadar odaklanmış durumdasın ki başka hiç kimse ya da hiçbir şey umurunda değil. Gidenlerin arakasından doğru düzgün yas bile tutamıyorsun, korkuyorsun çünkü yaslarını tuttuktan sonra onlarla vedalaşman gerektiğini biliyorsun ve bu yüzden korkuyorsun. Hastalığının nelerle tetiklendiğini buldun uzun zaman sonra çözümler tek tek önüne saçıldı sense ne yaptın! KOCA BEBEK GİBİ DAVRANDIN! Şimdi bırak şu korkaklığı ve iste.” Dediklerinin gerçekliğinden mi bilinmez, kendimi ringin ortasında dans ettirilerek dayak yemiş gibi hissettim.. Peki, dedim. Aşkta, işte benim ayağıma gelsin koşuşturmaktan emek vermekten yoruldum. Umutsuz bir vakaymışım gibi bir bakış attı, omuz silkti. Tam o sırada birinin elinde çiçek diğerinin elinde kağıt yığını dolu olan iki kişi karşıma geldi..

    Bir anda kendimi bir simülasyonun içinde buldum; uzandığım koltuğa kadar gelen deniz, sürekli bana aşkını anlatmaya çabalayan birisi, anlaşmalar için kapıma gelen birileri, okumaya tenezzül etmediğim bir dolu kağıt parçası, karşımda ağlamaya başlayan birisi, eşyaları taşıyanlar, kapımda isyana dayalı topluluk. Nefesim daraldı, elimdeki suyu bile fark edemedim. O an tek istediğim bulunduğum yere geri dönmekti. Bir insan 3 saniyede 10 yıl yaşlanır mı, evet yaşlanır. Tüm vücudum buz kesmişti sanki, ellerim titremeye başladı. Ne yaşayacağımdan eminmiş gibi bir gülüş attı. Şimdi, dedi, iyi düşün. Gerçekten ne istiyorsun?

    Kendime bu soruyu sormayalı öyle uzun zaman olmuş ki, içimde bencilliğinden kör olmuş bir akıl, küskün bir çocukla kalakaldım. Sadece, dedim. Kaldım. Ben sadece, dedim devam edemedim.. Kendimle son bir gece daha istiyorum. Beni benimle son bir gece için ay ışığına ev sahipliği yapan bir yerde, dedim.. Devam edemedim. Bilmiyordum ki kendimle konuşacak neyim olduğunu. Ben ne isterdim sahi? İstediklerim için ne yapmalıydım peki?

    Sen kendine baktığında ne görüyorsun şimdi, dedi. Hiçlik, dedim. Suyu doldurdu ve sessizce uzaklaştı.. Neydi şimdi bu, neydi ki benim asıl istediğim?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..LOTUSUN ÇALINAN RENGİ..

    Kendisiyle verdiği savaşın sonu gelmeyen bir hayatın tam merkezine yolculuk için hazırlanmış sevgili Lotus.. Yanına ne almalı, neyi geride bırakmalı diye düşüne düşüne hazırlamış valizini.. Ne yolu biliyormuş ne de elinde bir harita varmış. Bildiği tek şey yola çıkması gerektiğiymiş.. Bavulunu hazırlamış, evinin elektriğini kapatmış, çiçeklerini komşusuna emanet etmiş, kapıyı tam üç tur kilitlemiş ve yola koyulmuş.. Gerçi aklı bir süre hep evde olsa da yine de silkelene silkelene yola koyuldu..

    Bir hikayesi vardı, ve bunu öğrenmek istiyordu.. Yürüdüğü yol kalabalıklara ev sahipliği yapıyordu. Kendi içinde anlam veremediği bir kaygı doğdu. Ne hissettiğine odaklanmak istese de başaramıyordu. Derken bavulunu birinin asıldığını fark etti. Çalınacağı korkusuyla fevri bir asılış yaptı, ve yere kapaklandı. Başına toplanan birkaç kişi ona bakarken, o gelenlerin kendisine güldüğünden neredeyse emindi. Uzatılan elleri tersleyip bavulundan destek alarak ayağa kalktı. Üstündeki tozlara sert bir tokat attı. Bavuluna sıkı sıkıya sarıldı ve yoluna devam etti.. Şiirdeki gibi ”zaman aman bilmez bir safsata” olarak ilerlemeye devam ediyordu. Oysa sadece yürüyordu.. Hava güneşe düşman olmuş şekilde kararırken bulduğu ilk bara yöneldi.. Oturmuş sahnedeki orkestrayı dinlerken masasına gelen içecek dikkatini dağıttı birden. Kimin gönderdiğine bakınırken, barmenin gülümsemesi gözüne çarptı. İçinde bir öfke uyandı. Bardağı sert bi şekilde bara vurdu ve çıktı oradan..

    İnsanların ona neden böyle davrandığına bir türlü anlam veremiyordu. Az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti. Yoruldukça devam etti. Bavul daha da ağır gelmeye başladı. Düşünceleriyse zulüm olmaya devam ediyordu. Ne bavulunu bıraktı ne düşünmeyi. Yolun nereye gideceğine dair fikirsiz oluşu onu iyice yıpratmaya başlamıştı. Küçük bir tepede yanan ışık gözüne çarptı. Etrafta ne ses vardı ne başka bir ışık vardı. Tereddüt ede ede ışığa doğru yöneldi. Pencere önünde çiçekleriyle konuşan birini gördü.. Sorgular gözlerle bakarken karşısındakinin dikkatini çekmeyi başardı. Kapıya yönelen kadın Lotus’u eve davet edercesine eliyle içeriyi gösterdi.. Kaygı ve merakla içeri doğru yönelen Lotus’un dikkatini kapının girişindeki ayna çekti. Aynanın karşısında dikildi, kendine baktıkça hem korkmaya hem de geri adım atmaya başladı. O an da kapıyı kapatan kadın kahve yapmaya yöneldi. Lotus pencere önündeki tekli koltuğa oturduğunda ilk defa bir hafiflik hissettik. Bavulunu kapının yanında unuttuğunu ve ilk defa elinden bıraktığını fark etti. Oturduğu koltuğun karşısındaki aynaya gözü çarptı bu sefer. Korkarak baktı yine. Bu sefer tam olarak kendini görüyordu. İçini rahatlattıktan sonra kadına yöneldi. Sormaya başlayacağı tonla şey aklında birikmeye başlamıştı ki, kadın kahvesini uzatıp, kapının oradaki aynadan bahsetmeye başladı..

    Ayna kişiye olmak istediği kişiliği gösteren, hayal dünyasından hediye edilmiş bir parçaydı. Kadın aynayı anlattıkça lotus yaşadığı hayatı düşündü.. Kibrini, öfkesini, yardım elini tersleyişini, kendine yaptığı haksızlığı, suçluluğunu, kırgınlığını düşündü. Düşündükçe bavulunun yavaşça açıldığını fark etti. Kadın durumu açıklamaya devam etti. Yanın getirdiklerinin kıyafet ve erzak olmadığını, bavuluna her ne koyduysa hepsinin; travma, duygu, düşünce üçgeninin arasında donup kalmış ne varsa hepsinin bavulunda yük olarak oraya kadar yanında geldiğini söyledi.. Yolda ilk karşılaştığı kişinin yükünü almak istediğini, kibrininse buna izin vermediğini, bu yüzden bir hışımla düştüğü yerden kalkıp oradan uzaklaştığını söyledi kadın. Devam etti. Gittiği bardaki barmenin o kibri gördüğü için direkt yanına gelmek yerine soluklanması için o içeceği gönderdiğini, lotusunsa korkudan ötürü öfkeyle davrandığını ve öfkesinin verdiği yetkiye dayanarak oradan uzaklaştığını söyledi. ”Peki” dedi lotus ”o kibre ve öfkeye sahip bir ben varken neden kaçmak gitmek yerine buraya geldim?” Kadın gülümseyerek devam etmiş.. Ne kadar kaçsa, ne kadar korksa da aklıda ruhunun ne istediğini biliyordu. O eve girerken de yaşadığı tereddütten bahsetti, yorgun olduğu ve cevap aradığı için içeriye girmeyi tercih ettiğinden bahsetti..

    Lotus karşısındaki aynaya baktığında yaprağındaki renklerin solduğunu gördü. Oldukça yorgun, tatminsiz, ne yapacağını bilmez bir halde hissetti kendini. Kadın isterse orada dinlenebileceğini söylese de lotus evine dönmesi gerektiğini söyledi. Yürürken aşılmaz olarak gördüğü yolu bir lokmada bitiriverdi. Eve girdi, kendine bir bitki çayı yaptı, ve penceresinden yola baktı. Önünden el uzatan ilk kişiyle barmenin yan yana geçtiğini gördüğünden kapıya yöneldi ve arkalarından seslendi. Lakin onu duymadıkları gibi de gittikçe uzaklaştılar. Geri eve döndüğünde ortada bavulunu açık halde buldu. Çayını yudumlarken yavaş yavaş boşalttı bavulunu. Paslanmış yanlarını düşünürken daldı uykuya.. Renginin soluk olmasını bile umursamadı uykuya dalarken..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..İNZİVANIN SONU..

    Suyun altında 463üncü günüm.. Duyduklarım, gördüklerim ve zihnimin yansımalarından oluşan tam dört yüz altmış üç gün!

    Kendimi yenilerim sandığım, eski parçalarımı bulduğum bir inziva süreci.. Neleri değiştiririm derken, kendimde nelerin sürekli aynı kaldığını gördüğüm bir sürü gün.. Dağlardaki evimden buralara geldiğim il zamanları hatırlıyorum da..

    Herkesin yarı zamanlı kendi halinde yaşıyor, yarı zamanlı başkalarına karışan bir hayat yaşıyorken, ben hem kaybolmak hem kendini bulmak yolunda savrulup duruyordum.. Aslına bakarsan kendi halinde biri sayılırım. Elbette bu yaptıklarımın kocaman bir kelebek etkisine dönüştüğü gerçeğini değiştirmiyordu o zamanlarda.. Yorgundum yine de durmak istemiyordum. Sıkılmıştım, yine de heyecanımı yinelemek için gayret ediyordum.. Sürekli koşuşturma içinde olanların dinlenmek için önüne gelen durakları kaçırdığını yeni yeni fark ediyorum..

    Neler öğrendiğime gelecek olursak: İlişi yaşamak konusunda ketum ve aceleciymişim ne geçmişin kırgınlıklarını iyileştirmek için kendime zaman tanımışım ne de nasıl bir ilişki istediğimi sormuşum kendime, arkadaşlıklarımı seçerken özen göstermişim ne de gördüğüm zarardan ders çıkarmışım, hayallerim konusunda ne oturup bir düşünce yol panosu yapmışım ne de önemsemişim, hayatımı ne bir düzene koyabilmişim ne de rastgele yaşamaktan kopartabilmişim.. Tam olarak bunların yönünü değiştirebildim mi bilmiyorum. Zaten hayatımda hep bilmediklerim konusunda bir şeyler bilirim, istediklerim konusundaysa pek bir bilgim yok diyebiliriz. Savrulmak hikayemin ana teması oldu hep. Yerleşik hayata geçmeyi pek beceremedim, hayatımın çoğu konusunda. Ha bir de önemli konularında. Başkaları beni nasıl gördüyse öyle oldum; öfkelisin dediler yakıp yıktım, sessizsin dediler çıkmadım evden, neşelisin dediler kahkahaya boğdum hepsini, yabancısın dediler ev oldum, çok kalabalıksın dediler ıssız bir sokak oldum. Onlar dediler bense olmalara doyamadım anlayacağın.. Peki ben ne istiyorum, ne hissediyorum, ne düşünüyorum bunların çığlıkları karşımda duranların fısıltısı arasında hep kayboldu..

    İnziva kendimce çekildiğim bir alan gibi görünüyor olabilir, pekte farkına varamadan girdim içine aslında. Aynılıklardan sıkılmıştım, insanların küçük akıllarıyla büyükler ligine girme çabasından da fazlaca sıkılmıştım. Hele kendinizi anlatma için yorulduğunuz konularda bırakın anlaşılmayı duyulmadığınızı fark ettiğiniz o anlar var ya illallah geldi.. Hele bir de amacınız yoksa, tabi bu başkaları için yaşayanların laneti gibi bir şey, savrulurken sağa sola çarparak devam ediyorsunuz. Fark etmediğiniz morluklar sızlamaya başladığında anlam arayışına girmek istiyorsunuz.. Fakat tam bir fiyasko! Kendini dinlememişsin ki neyi nasıl yapacaksın. Bocaladım, bocaladıkça daha sert çarptım kendimi sağa sola. Korktum, insan bir kere karanlığa alışınca en ufacık Işık sızması bile insanda bir telaş bir korku yaratıyormuş.. Güzel bir cümle duyduğunda hemen savunmaya geçiyorsun, alışmışsın çünkü kavga gürültüye, sinkaflı konuşulmasına.. Bir de tabi umudunu güttüğün hayat var ortada. Tam olası güzellikleri düşünüyorsun, daha başlamadan kestirip atıyorsun kendi kendine. Çünkü kök hücrelerine inmiş artık umutsuzluk. Pencerenden giren güneş içinde ürperti uyandırıyor..

    Herkesin kurduğu cümleleri ilmek ilmek işledim, her bir tanesini özellikle inceledim. Duyduklarım, gördüklerim hepsi zihnimin en kök noktasında raptiyeli bir şekilde duruyor. Başlarda kendimi sorgulayan aklım şimdi parçaları daha çok daha net görüyor.. Görüyor görmesine de bu benim tam 463 günümü çaldı.. Herkesle tokatlaşıp küfürleşirken, savrulurken oradan oraya bir uçurumun kenarında duraksadım. Hemen altımda bir deniz. Dalgasız bir şekilde, en kaliteli ipek çarşafa taş çıkaracak halde önümde duruyordu.. Hava bahar oldukça yaşamdan korkan ve çekinen biri haline gelip, kasvetli olduğundaysa kendimi evimde hissetmeye öyle alışmışım ki beni havanın gidişatından koruyacak tek yeri bulmuştum. Şu önümde duran suyun hemen altı.. Düşüncelere dalıp gitsem suya dalamazdım, biliyorum. Baksana daha suya girmeden bilmeye başladım bile..

    Gözümün önüne herkesten ve her şeyden, hatta unuttuğumu sandıklarımdan bile bir demet yığıldı suya adımımı atar atmaz.. Korkunun anlamını yeniden yazdığıma yemin edebilirim. Telaşımsa gittikçe artmaya başladı. Saçımın son teli suyun içine girdiğinde, gökyüzüyle olan bağım kesildiğinde, sesin zerresi kalmadığında kendi yalnızlığıma gömülmenin huzuru ve merakı içine girdim. Korku ve telaş yerini hiç bilmediğim bir boşluk hissine bıraktı.. Bir gün sayısı belirlemedim, plan yapmadım buradaki yaşamıma dair, zaten yapacak kadar da bilinçli değildim o sıralar. Ben kendi dünyamda kaybolurken atmosferdeki zaman bir hayli ilerlemiş. Bana sorsanız en fazla bi hafta diyeceğim zaman ilerleyişine, akreple yelkovan tam 463 gün diyordu.. Neden yaptığıma dair ufak fikirlerim olsa da tam emin olamamakla birlikte kafamı sudan çıkarmış bulundum bugün.. Zamanın ne durumda olduğunu gördüm, çevrenin ne durumda olduğunu, baharın geldiğini.. İç huzurun getirdiği akışta kalmakla, baharın gelişiyle hissettiğim anlık telaş birbirine karıştı.. Soyutlandığım gerçeklik tam karşımda duruyordu. Aynı aldanışlı haliyle ve hiç eksilmeyen güzelliğiyle.. Farklı olan neydi o zaman? Tarihteki rakamlar mı, karşılaşacağım yüzler mi?

    Bendim! Muhtemelen de farklı kalma isteğimin artacağı bir benle yeniden dönüyordum o dağın eteklerine..

    Kendi hikayemde söz sahibi olacağım, aynadaki dışında ciddiye almayacağım kararıyla yürüdüm yol boyu. Ve işte her şeyin başladığı yere geri geldim. Bu sefer kazanmak için değil, savaşmak için değil, aynı hikayeleri başka tarih ve yüzlerle yaşamaya değil, kendimi kaybettiğim ve parçalarımı bulmaya..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..DEPRESYONUN ALAMETİFARİKASI..

    Ne yaşadığınızı siz bile anlamazken başkalarının anlamasını beklemek bencillik mi olur, yoksa sessiz bir yardım çağrısı mıdır? Hastalananlara iyi baktığınız oldu mu hiç? Hani grip, kanser, alerjik hastalıklar da olur. Bunlara tavrınız tam olarak ne olmuştu? Oldukları gibi mi bıraktınız, görmezden mi geldiniz, yoksa tedaviye yönlendirip çorba falan mı yaptınız? Tebrikler çorbacılar şu dönemde nadir bulunan insanlardansınız.. Peki ya psikolojik rahatsızlıklar; depresyon, bipolar, borderline, şizofreni mesela. Çevrenizde tanısı konulmuş birileri var mı? Daha önce kendiliğinizden fark edebildiniz mi? Ya da belki size kendini anlatmış birileri oldu mu?

    Ne yaptınız? Ne hissettiniz, ne düşündünüz? Hatta belki bizzat kendiniz kimliğiniz olarak o tanıyı aldı. Peki sizin için ne yapılsın isterdiniz, ne düşünmeli, nasıl yaklaşılmalı size?

    Ben depresyon tanımı ilk aldığımda hayatımın akışı fazla hızlıydı; okul, iş, ilişkiler, topluluklar derken bana hayatımda pek yer yoktu. O yüzden iniş çıkışlarımı mizacıma dayandırıp tiye alıyordum. Anlaşılmadığımı öyle kanıksamıştım ki, ilaçları kullanmanın bir işe yaramayacağından neredeyse emindim. Çünkü uyuyamazdım, uyutulamazdım. Hayatım buna izin veremezdi..

    PEKİ SONRA NE OLDU?

    Okulum kendi kendine daha iyi idare ediyordu, arkadaşlarımla eğleniyor, aşkta sürekli kavga ediyor, sevilmediğimi hissediyordum. Toplulukları ve okulu kendi haline bıraktım. İlişkimi bitirdim, arkadaşlarımla görüşmeleri azalttım. Bir sonraki sabahsa tam aksine; hayata gülümsedim, arkadaşlarımla eğlencenin anlamını yeniden yazdım, aşkın kendisi olduğumu hissettim, okulda başarılı olabilirdim dedim, ve güzel bir uyku çektim. Ertesi sabah pijamalarımla markete gittim, kahvaltımı yaptım yetmedi kalpli ve pembe pijamalarımla sırf erken diye sınava girdim, evime geldim uyudum. Sanıyorum tam ortaya çıkışları lanetli yaş sayılacak 24’lü yaşlarıma denk geldi. Sonradan sonraya hayatın zehir zemberek olan tarafına doğru yol aldım..

    Yemek yeme düzenim bozulmuştu, duş almak beni yoruyordu (ki küvette keyif yapmaya bayılırım), kendimi kabuğuma zincirlemeye başladım. O zamanlar arkadaşlarım bana ”kendine gel, sen güçlüsün, bunu yaptığına inanmıyorum” gibi, onlara göre beni tanıdıklarını gösteren bana göreyse dışta sorgulatan derinlerde kendimi kötü hissettiren cümleler kuruyorlardı. Yalan söylenin affını kabul etmeyen ben yalan söyleyerek hayatta kalıyordum; sadece olanı farklı yansıtmak değildi, bazen akıldan geçenleri söylememek gibi sirayet ediyordu hayatıma. Gönlüm birine karşı (bir önceki ilişkimden 3 ay sonra, ki ilişkim bir sene sürmüştü) uzun zaman sonra çok özel ritimlerde çarpmaya başladı, makyaj yapmaya başladım, kendime bakmaya, kahkaha atmaya başladım. Demek ki bir hazza ihtiyacım vardı diye düşündüm. Yorulmuştum, dinlendim geçti dedim kendi kendime. Kimseye görüştüğümüzü söylemedim, öyle istiyor diye. Meğer ne değersiz hissettirmiş fark etmedim. Sesli kahkaha attıran güzel biriyle tanıştım hemen ardında, kendimi keyifli bir an içinde buldum ve evet layık olduğum anları yaşıyorum dedim o sıralar. Sonra benden seçim yapmam istendiğinde kendimi iki duvarın arasında sıkışmış gibi hissettiğimde kimseye anlatamadım. ”Tamam” dedim ”dediğiniz gibi olsun”. Sakladım bazı bildiklerimi, yaşadıklarımı. Onlar yalancı dedi, yetmedi ben de öyle dedim kendime. Sonrası daha da içe kapanıklık, suçluluk, değersizlik, çaresizlik hissi içinde bir başına boğulma. Dürüstüm ben dedim fısıltıyla, anlatma istedim herkese olanı. Kimisi yalan dedi, kimisi saklamışsın bencillik dedi. Görünen o ki haklıydı. Zaten hep, her zaman, onlar haklıydı. Meğer korkmuşum sadece, anlamadılar. Önce kıymetli bir arkadaşlık yitti gitti hayatımdan, şimdilerdeki görüşüm başka olsa da o zaman meğer ne çok sinmişim diyorum kendi kendime..

    Aslında çok bir şey istememişim ki; biraz anlaşılmak, biraz sevildiğimi hissetmek, birazsa hoşgörü.. Hep çok vermişim o sıralar. Yalnız başıma mutfağımda ağlardım, sabah bir şey olmamış gibi sevdiğim insanı ve arkadaşlarını huzursuz etmemeye çalışırdım. Bir köşede kendi halime yazardım, akardı içim. Sabah anlaşılmadığım dillerde kahkaha atardım, sırf herkes gülsün diye. İçim çürürdü de dışım hep bahar bahçeydi. İnattan değil, fark edemediğim içindi hepsi.. Eski sevgilim bir gün bana ”eski sevgilim depresyondaydı o da böyle yapardı” dediğinde ”bre göt madem fark ettin niye yanımda durmadın” demedim de içimden, ben hasta mıyım diye düşündüm sadece, suçlu hissettim kendimi! Arkadaşlarım yahu seni tanırız bir kendine gel dediklerinde, ”ulan herkesi en iyi siz tanırsınız zaten nesiniz siz psikolog mu” dememişim de ”niye herkesin ben de gördüğünü bir ben kendimde göremiyorum” diye daha da suçlu hissetmişim kendimi.. Biricik ailem ”kaya gibisin, ama bazen sen de yıkılabilirsin” demiş bense ”anlamıyorsunuz beni” diye öfkeyle davranmışım..

    Daha içine kapanık, kimseyle konuşmak istemeyen, canını acıtan şeye anlam veremeyen biri olmak benim için ne anlama geliyor lütfen anlamaya çalışın. Dertlerin deva kapısısınız kendinize gramlık panzehriniz yok. Neşenin ve kahkahanın kıvılcımısınız, kendinizi gülümsetecek tek bir cümleniz yok. İyi bir anlatıcı, güzel bir dinleyicisiniz kendinize mecaliniz yok. Sahnede meyanlar yapabilen bir şarkıcısınız, kendinizi anlatacak ses titreşiminiz yok. Kısaca hayata karşı genelev kapısında heyecan arayan jinekolog gibisiniz, içinizde hayata karşı tek bir kıpırtınız yok..

    PEKİ ŞİMDİ?

    Sanıyorum 2021 gibiydi. İşin içinden çıkmaz olduğum, sağlığımı sigara ve kahveye takas ettiğim, insanların lanet birer kan emici olduğuna iyice alışmıştım. Evden çıkmıyor, kimseyle konuşmuyordum. Uykudan kalkamıyordum ki, nasıl yemek yiyeyim duş alayım hayata karşı adım atayım. Evimin tüm perdelerini kapattım. Yaşananların yükü altında bir başıma eziliyor, her geçen gün ölümü daha da arzular hale geliyordum. Yaşayan her şey ben de alerji yapıyordu. Kabul edelim sağlam batırmıştım. Yalancıların bana dürüst olmadığımı söylemesini, soyadı elinden alınsa geriye bir şey kalmayacak insanların aşağılamasını, sadece etten ibaret olduğumu sananların öyle düşünmeye devam etmesini, başarısızlığımın tadını çıkaranları, hastalıklı ruhumu, çürük kokusu gelen düşüncelerimi, yanlışlarımın kapanım olasını, hatalarımın suçluluğunu, hayatın çaresizliğini ve acı dolu yanını koşulsuz kabul etmiştim. Bir insan kendine bunu neden yapar ki, diyen olursa umarım kurşundan hızlı koşuyordur. Amacım yoktu, hayallerim yoktu. Dalga mı geçiyorsunuz bir parça ekmek yiyecek kadar bile enerjim yoktu.. Bunları yaşamak kadar, itiraf etmekte zor..

    Önce yaşadığınızı anlamaya çalışıyorsunuz. Anladıkça kendinize öfke duyuyorsunuz, bunlara nasıl izin verdim diyorsunuz. En sevdiğim evre pişmanlık, hem size yapılanları hem kendi yaptıklarını anlayacak akla ve kabul edecek yüreğe sahipseniz bunun pişmanlığını duyuyorsunuz. Ve gerisi inanın daha kolay. Aslında sıralama; öfke, inkar, pişmanlık, depresyon ve kabul şeklinde ilerlemeli. Tabi -normal biriyseniz. Bendeyse öfke ve inkar zaten manipülasyon aracı olduğu için ilk olarak kendini depresyonla gösterdi. Kendime öfke duydum, bunları yapamam diye inkar ettim, sonra daha çok ağladım, ağladıkça içimdeki tohumları suladım ki bunu kardeşim söyleyene kadar anlamamıştım bile, bunları nasıl yaptım pişmanlığı ve çat. ”Ben kendime sırtımı dayadıktan sonra s*kemeyeceğim hiçbir şey yok” farkındalığı ve kabulleniş, perde ve sahne.. Hoşça kalın..

    Fazla gaza geldim.. Ağır yaşamlardan kesitlere hoş geldiniz.. Bana yapılanları ya da yaptıklarımı değiştiremem. Ama bugünümü inşa edebilirim. Öyle de yaptım. Yapmışım yani.. Daha doğrusu yeni yeni yapıyorum.. Bu ağdalı süreç bana öğretti ki; kendime hiç nasıl bir ilişki istediğimi sormamışım. Birinden hoşlanmış, kendimi ilişkiye kapatmış, ayrılık sonrası iki ay aradan sonra ilişki yapmışım. Kimle, nasıl bir ilişki yaşamalıyım dememişim mesela. Arkadaş seçimlerindeki fiyasko daha beter! Herkesin bir hikayesi olduğuna inanıyorum, bu hala değişmedi. Meğer her hikaye öyle değerli ve özel değilmiş onu öğrendim. Salakça ruh halleriyle herkesle her şeyimi paylaşıp daha sonra onların yüzüme çarpılmasıyla sarsıldım. Valla iyi geldi. Tekme tokatla kimseyi düzeltemezsiniz belki, ama ayıltabilirsiniz. Hayatıma giren çıkan her insanı arkadaşım bilmemeyi öğrendim mesela.. Özgür ruhlu biri olarak, kendimle çelişen tabularım varmış onlara attığım tekmeyi görmeliydiniz. Bir Bruce Lee, iki ben.. Hayata dair amacım olsa da peşinden koşmamışım, peşinden koştuklarımınsa sadece bir yanılsamaymış. Şimdi yavaşlamayı öğreniyorum, koç kadını olarak en zorlandığım şeylerin ilk üçüne girer. Kendime istediğim ve istemediklerimi soruyorum. Hala amacımı tam olarak bulduğumu söyleyemem elbette.. Ama duş keyfi yaptığımı, yemek ziyafeti verdiğimi, uykularımdan aldığım hazzı, insanları çat hayatıma aldığım gibi hop çıkardığımı söyleyebilirim..

    Mucize gibi duruyor değil mi! Öyle de zaten! Başlarda ne inancım vardı, ne de anlayabiliyordum. İnanın öyle oluyor. Olmaz diyorsunuz, izlediğiniz hiçbir şey tatmin etmiyor, duyduklarınız bazen sorun benim galiba neden olmuyor dedirtiyor. Hala yolun kendisini bulamadım. Kimilerine göre uzun sürdü bu durumum, kimine göre gayet iyi ve hızlı ilerliyor. İşte burada herkesin zamanı kendine kısmı devreye giriyor, girmeli. 28 yaşında, amacını bulamamış, yeniden keşfetmek için yola çıkan biri olarak sesleniyorum.. Bırakın zaman size hizmet etsin ve hayatın renklerini görmek için yatağınızdan kalkacak haliniz yoksa bile en azından perdeleri açık bırakın..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..KAÇIK HAYALLER..

    ”Gökdelenin tepesinden tükürdüm dünyanıza..” Şarkıyı sevdiğimden değil, cümleyle meydan okunduğundan olsa gerek seçtim o şarkıyı. Plastik oyuncaklar, bebekler, taçlar, tütülü kıyafetler, sınırlandırılmış meslek gruplarıyla büyütüldüğüm şu zamanlara gidelim..

    Kentin en muhteşem sokağında yaşıyordum o zamanlar. Çocukluğumda futbol oynardım, topu bırak dediler. Sokakta dans ediyordum, salona gir dediler. Bol giyinmekten keyif alır rahat hissederdim, prenses gibi giyin dediler. Babamın kral olmasıyla bir alakası olsa gerek. Diğer çocuklardan farklı olduğumu biliyor olsam da, hizmetlilerden tutunda diğerlerine göre durum aile soy ağacımla ilgiliydi. Oysa benim aldığım nefesin başka oluşunu kimsecikler göremedi.. Bizim kentin sınırları alabildiğine geniş olduğu için kimseler sınır dışına çıkmazdı. Seyahat kavramı evler arasında gerçekleşirdi. Ya da dağlara ot toplamaya gidenler için kullanılırdı. Sadece alışverişte seyyahların getirdikleri olurdu. Onlarında kente geliş ve gidişleri belli tarihlerde olurdu. Öyle heyecanla beklerdim ki onları, hemen bir tepeye çıkar gelişlerine ve izledikleri yollarına gözümü dikerdim..

    Her prensesin yolu bellidir, bir prensle yuvasını kurduktan sonra topraklarını genişletmenin keyfini çıkarır, beş çayında diğer prenseslerle krallıkları hakkında kakara kikiri yaparlar. Bense başkasının hayatını değil, kendi hayallerimi yaşayacaktım. Kene ara sıra gezginler gelir, bir şeyler kararlar birkaç gün kalır giderlerdi. Kesinlikle onlarla konuşmam yasaktı. Küçükken yasaklar, kurallar benim için bir şey ifade etmezdi, büyüdükçe bunların baş belası yazılı birer cehennem kanunu olduğunu anladım. Kendimce ufak ufak çözümler de bulmuştum. Mesela top oynamaya giderken şapka takıyor eski püskü kıyafetler giyiyordum. Böylelikle hem istediklerimi giymiş hem de istediğim oyunu oynamış oluyordum. Gezginlerin gittiği hanlara girmem kesinlikle yasaktı. Ben de zaman zaman onları izliyor, handan çıktıkları anı kolluyor ve yanlarına giderek hikayelerini diniyordum.. Günlerin bötyle ilerlediği bir vakit köye gelen başka bir gezgin beni yolunda yoldaş olarak istediğini söyleyecekti, ve asıl hikaye o zaman başlayacaktı..

    Bir sabah hanın orasının daha da kalabalık olduğunu gördüğümde dayanamadım ve giriverdim içeriye. Herkes bir bana bir de gezgine şaşkın şaşkın bakıyordu. Prenses olduğum için olsa gerek diye düşünürken, gözüm gezgine ilişti, öyle büyüleyici öyle göz alıcıydı ki hayretler içinde donakaldım. İlk defa bir kadın gezgin görüyor, bunun şaşkınlığıyla ona doğru yavaş yavaş ilerliyordum. Kimseyle konuşmayan gezginin benim ona yönelmemle gülümsemeye başladığını fark ettim. Silkelenerek ona iyice yaklaştım. Bir an da sarılırken buldum kendimi. Saatler süren sohbet sonrası bir an önce saraya koşup olanı krala anlatmak istesem de delinen yasakların haddi hududu olmadığı için bunu yapamazdım.. İçimde anan kıvılcımın hararetiyle saraya doğru koşturdum. Gezginin kalması için, onun hikayelerini duymak için neler yapabilirim diye düşünmeye koyuldum.. Aklımın ucuna bir değmeyen bir fikir bir gün sonra bana sunulacaktı. Kalmasını sağlayamayacaktım ve bu beni üzüyordu. Yine de sabah koşar adımla hana doğru yol aldım. Kapıda kralın bekçileri beni dosdoğru kralın huzuruna doğru geri savurdu. Savaşta püskürtülüp mağlup edilen ordunun acısını yüreğimde hissettim. Kral yasakları arttırmakla kalmadı, saraydan çıkışımı da engelledi. Gezgin ne zaman gidecekti, bir daha görür müydüm bilmez ve sorgular şekilde pencereden ara sıra da bahçeden bakınarak düşüncelere daldığım sırada kendisini meydanda gördüm. Pelerinini indirdi, bana el salladı, gülümseyerek meydandan uzaklaştı. Sanırım yola çıkma zamanı gelmişti. Benim elimde avucumdaysa anlattığı hikayeleri dışında bir tek gülümseyerek anlatmaya çalıştığı bakışları kaldı. Günlerce odamdan çıkmadığımı hatırlıyorum.. Ta ki doğum günüme kadar.. 28 yaşıma girecektim ve bu benim seçim yaşımdı. Kent kutlamalara hazırdı. Tacım takılacak, seçimler yapılacak bense geri kalan hayatımda o seçimlerin sonucunu yaşayacaktım. Pastam kesildi, onca mum sönmüşken yanan tek mumu üflediğim an bir mucize diledim. Tahta çıkıldı, sıra tacımın takılmasına geldiğinde kral geriye doğru bir adım attı ve kalabalığa doğru baktı. Tacımın elinde olduğu, rüyaları süsleyen bir kraliçenin bana doğru tacımla adım attığını gördüğümde nutkum tutulmuştu. Tacımı takan kraliçe kimsenin fark edemediği bir an lime bir kağıt büzüştürüp verdi..

    ”İşte” dedi gezgin, ”bu kağıt o kağıt” ve masaya koydu hikayesini barındırdığı o mektubu ve yanında oturan prensese doğru ittirdi.. O zamanlar doğum günümde bana tacı takanın o gizemli gezgin olduğunu, ve aslında hikayesine bir kraliçe olarak doğduğunu ve bana yola çıkmak için sadece kendime ihtiyacım olduğunu anlatan bu mektubu hiç bırakmadım elimden. Şimdi sevgili okur bu mektup benden size tek miras. Yola çıkmak için yanınıza sadece kendinizi alın..

    Dilerim hayallerinizi yaşayacak cesaretiniz ve inancınız vardır..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..NEŞENİN PALETTEKİ YERİ..

    Her an anksiyete, ölümcül ataklar, yemek yemeyi unutma, akabinde tansiyon düşüklüğü yaşama, sokağa çıkarken yaşanan tedirginlik, güvensizlik, içe çökme, fallardan medet umma, her şeyden nefret etme.. Ay sayarken şiştim, siz bir de beni yaşarken görseydiniz. ŞAKA!

    Sanıyorum hücrelerimde var olan bu sürpriz dost hayatıma 2016-2017 arasında yavaş yavaş girmeye başladı.. Pek ketum biri sayılmam, hatta hiç öyle biri değilimdir diyebiliriz. Ne yaşarsam, neyi düşünürsem, ne hissedersem hemencecik paylaşma eğilimim benim felaket senaryomun temelini oluşturdu. Yahu paylaşamayacaksam yaşamanın ne anlamı var ki zaten. Belki ağzına laf verilmeyecek insanlara bunları anlatmamam gerekirdi, bilmiyorum. Pişman sayılmam, en azından şu sıralar..

    Önceden, yani depresyonun yoğun olduğu zamanlarda bu durum benim alamet-i farikam oldu diyebiliriz. Aşkınıza geçmişinizi, arkadaşlarınıza yanlışlarınızı paylaşırsınız. Sadece ailenizle pek paylaşımda bulunmazsınız. Bir kavga, bir küslük, bazense nedeni yokken bir bakmışsınız yüzünüzde parmak izleri. Sanki herkes anneciğinin a*ından çıktığı kadar pürü pak. Onların kirli olması sizin yaralanmanıza sebep oldukları gerçeğini değiştirmez. Ringde dans ettirilmişçesine yediğiniz dayak sonrası depresyonunuz şükür ki duruma el atar ve sizi ringde yere sererek nakavt eder. Bu hazzı kimseciklere de bırakmaz hınzır.. Havlu atılır, zil çalınır ve siz köşenizde ışığın sönmesiyle beraber karanlığınıza gömülürsünüz. Ahh, toy zamanlarım ne de güzel bir yenilgiydi. Sizin hormonsal düzlemde eşeklik ettiğiniz aileniz açar kapıyı size, bavulla kapılarında buluverirsiniz zaten kendinizi. Bizi gibi aptallar. Yahu hayatın 17 ile 25 yaş arasına rehberlik edecek bir sürü yazı var. Utanmadan bir de onları okuyorsun. Aşkı da, yanlışı da, arkadaşlığı da, aileyi de, hayatı da yetmiyor hükümeti de anlatıyor sana. Azıcık bırak kendini ve biat et, ama olmaz. İlla rotamız burnumuzun diki olacak. Kartalların 40 yaşında yapması gereken seçimi (gagalarını kayalara vura vura düşürmeleri gerek, yoksa geri kalan hayatlarında maskara olarak ölümü beklerler, alın bu bilgiyi n’aparsanız yapın) biz inatla yaşayarak öğrenelim diyoruz.

    Öğrendiğimiz her tecrübeyle de bizden sonraki nesillerin hayatına karadul gibi çökerek anlatmaya çalışıyoruz.. Yıl 2019 olduğunda kendimi kraliçe gibi hissettiğim birkaç ay geçirdim, ayyy sonrası diğer yazılara meze olacak acılardan geçiyor.. Vücudumuzda türlü bakteri ve mikrop nasıl ki bir şeylerin tetiklenmesiyle pörtlüyorsa, düşüncelerimizin dark side kısmında yatanlar da tetiklenmeler sonucu su yüzüne çıkarak bizi alt ediyor.. Mesela yaptığımız çalışmalar sonucu (ki kendisi terk edilmem, öncesinde yetersiz hissiyle baş başa bırakılmam, sonrasında arkadaş kazıklarını yememle tetiklendi) mizacımın depresyona yatkın olduğunu öğrenmiştik. E hani en komik bendim. İşte sonrasında öğreniyoruz ki, komedi neyin komik olduğuyla ilgili değil yaşadıklarını nasıl dönüştürebildiğinle ilgiliymiş. Mükemmel bir çar olduğumu daha önce fark etmediyseniz, artık hepiniz öğrenmiş oldunuz..

    Yapılan bazı çalışmalara göre duyguların hayatımızda ne kadar süre kaldığını öğrendik. Mesela üzüntü neşeye fark atıyor, öfke ciğeri Fight Clup filmine konu ediyor, uzatılan kısmı ise kişinin zevkine giriyor. Ve kişiler genel olarak, mutsuzluğu eksik tanımlamadıkları için olsa gerek, kötü atfettirilen duyguları iyilere göre daha fazla tutuyor hayatında.. İşte benim hikayem.. Ne yapsaydım ya, evde yorgan döşek kemirirken sinirimden, sokakta güldürü temaşa mı yapsaydım! Tam 2021 onuna değin kendime hep dönüştüğümü, iyileştiğimi söylesem bile en ufak darbe günümü zehrediyordu. İşte biz anksiyetik bipolarların laneti bu. Şimdilerde fark ettiğim, o zamanlar yıkık olduğum tam üç kırılma noktası yaşadım. Biri elbette aşık olduğum ve beklediğim, hastayken yanımda olmayan ama benim prenses masallarıyla büyüyen aklımın salakça umutlandığı beyin hemen yan sokağımda başka cennetlere dahil olduğunu rastgele şekilde görmem oldu. Ayy, arabasının sileceğini kaldırmadım elbette (arada bir keşke yapsaydım dediğim oldu) eve gidip ağlamıştım. Ah benim saf aşık halim. İkinci babama savaşacak gücümün kalmadığını korkarak söylememle oldu, babamdan değil benim pes ettiğimi görmesinden korkarak. Bana duvara toslamamın keyfini çıkarmamı söylediği anı hatırlıyorum da 17 antidepresan gücündeydi. O lanet ilaçları kullananlar şuan şok içinde, kullanmayanlar sayıya takılı kalabilir.. Ve üçüncüsü! Eve dönüp anneme sarılmaktı..

    Bir gün sahne bitip perde kapandığında, o kostümü çıkarıp çıplak kaldığınızda ihtiyacınız olan tek şey sizin en orijinal halinizi bilen insanlar olduğunu anlıyorsunuz. Ve yeni oyun işte tam o zaman yazılmaya başlıyor.. Ha bir de kırılma noktalarınızı paylaşacak gerçek dostlarınız yoksa üzgünüm! Anlatmaya değer bir hikayeniz yok demektir..

    Kardeşinizin aklıyla, anne ve babanızın ruhuyla, dostlarınızın desteğiyle. Ben yardım istemekten korkan, kendini içine hapseden, ruhundaki çocuğu küstürmüş, dünyaya kırgın, insanoğluna kızgın avare bir kadındım. Kardeşim elimden tuttuğunda, ailem sarıp sarmaladığında, dostlarım bacaklarımdan daha çok destek olduğunda işte tam bu kırılmaları yaşarken yalnız olmadığımı gördüğümde. Yüreğimin paramparça olan kısımlarını gördüğümde, bedenimin yorgunluğunu anladığımda, dünyanın benle bir derdi kalmadığında.. Yeniden başladım inanmaya..

    Şimdi aileniz, dostunuz, kardeşiniz olmasa da korkmayın! Çünkü tam burada, bugün ve daima size inanan birisi var..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..KENDİNİ BULMAK ÜZERİNE..

    Yolunuzu kaybettiğinizi hissettiğiniz anları düşünün. Düşünmek aklen, hissetmek ruhen, kaybolmaksa bedenen gerçekleşirken sizin parçalandığınız üçünün de umurunda değil! Ya da değil mi acaba?

    Yanınızda kimler vardı yalnız mıydınız yoksa, kahve mi içiyordunuz yoksa çay mı? Hangi coğrafya da yaşadınız mesela bu kaybolmayı? Kaç yaşındaydınız? Sizi tetikleyen şey neydi?

    Sorulabilecek sorular asla bitmez, hele de cevap vermek konusunda cömertseniz. Peki soruların anlamı var mı! Elbette bir yere kadar var, nereye kadar olduğu kısma geleceğiz. Şimdi yolunu kaybeden birinin, kendine çıkan varış noktasını konuşalım biraz. İnsanların kendini anlatması kolay dense de, konu pek öyle değil. Anlaşılmayı istiyoruz, kahraman bekliyoruz, bizi biri çırpalasa da kendimize gelsek istiyoruz zaman zaman..

    Coldplay’in bir şarkısı var ”something just like this”. Kendini kahramanların listesinde göremediğinden bahsediyor diyebiliriz. Halbuki kahramanlar bize motivasyon köprüsü olmaz mı, hayallerimize ulaşmak için bize bir yol sunarlar. Peki sonra ne mi olur! Film biter, perde kapanır, pelerin düşer ve korkularımızla kalırız baş başa. Kimiz, neyiz, fısıltı dolu hayallerimiz neler, hayatımızın perde arkasında çalan müzik ne diyor, ben bunlardan ne anlıyorum!

    Kendi yorgunluğuna dalıp gitmişti. Kimseyle uzun uzun iletişim kurmuyor, gününün çoğunu yorgan altında geçirmeyi tercih ediyordu. Ara sıra gözyaşları kendiliğinden süzülüyor, onlara müdahale etmek bile gelmiyordu içinden. İşe gidiyor, hazır gıdayla hayatına devam ediyor, müzik bile dinlemiyordu. Paranoyaları onu yalnız bırakmıyordu. Gerçekle hayal arasındaki çizgi neredeyse silinmeye başlamıştı. Tat duyusunu kaybetmişti, ve bunun fiziksel bir rahatsızlıkla ya da covidle bir ilgisi yoktu. Gözlerini kapatmakta güçlük çekiyor, çoğu zaman gözü açık uyuduğu da oluyordu..

    Hayat onun yerine zar atıp seçimler yapıyor, o da itiraz etmeden uyuyordu. Arkadaşları onu evden çıkarmak için türlü sebepler sunsa da kendini eve kapatacak güçlü nedenler sunuyordu herkese. Dünyayı kurtarmak bile umurunda değildi artık. Halbuki dinlese motivasyon konuşmalarını, açsa sesini kişisel gelişimcilerin hayat ne de kolay denildiğini duysa belki her şey farklı olacaktı. Ne kolaydı onlara göre konuşmak: Sıfırdan başlayıp milyarder onları konuşturmak, depresyonu yenenleri anlatmak, kaybolanlara yön tayin etmek. ”Yatağından kaldır koca götünü ve işe yarar bir leyler yap, kimse seni kurtarmaya gelmeyecek” zırvalarını sesli söylemek ne kolaydı. Biri de çıkıp ”ulan hayatımın içine sıçtım, batırdım” diyemiyordu, onun iç sesi dışında.

    Doğru kimse sizi kurtarmaya gelmiyor en azından benim için kimse gelmemişti. Geldiğini söyleyen oldu, en küçük bir şeyde (hem de olacakları söylememe rağmen) cesareti kırılıp kaçması cabasıydı. Size gelen olursa büyük şans. Genel de gelmezler, uğrayanlar olur sadece, o kadar. İçinize dönün demek kolay, o yolu tarif etmekse büyük marifet, biz bugün o yoldan bahsedeceğiz. Çünkü bunu size ne kişisel gelişimciler ne doktorunuz anlatmayacak. Arkadaşlarınız siktir et tavsiyesi verecek, aileniz anlamayacak, doktorunuz ilaçla uyuşturmak isteyecek. Siz bunların yanında gülümsemeyi unutacaksınız. İnsanlar onları güldürmediğiniz için şikayet edecek sadece..

    Kavgalar merkezinize doğru yanaşacak. İnsanlar gerçeklerle yüzleşmekten korkanken size kendilerince gerçeklerinizden bahsedecekler. Kiminiz ruhunuza hasta diyecek, kiminiz güçlüsün kendine gel. İşte tam burada kahramanımızın neler yaptığından bahsedelim. Bahsedelim ki sıfırdan milyarder olma yalanını silip atalım artık..

    Ailesinden kilometrelerce uzakta yaşıyordu. Eğlenceli ve depresif bir mizaca sahip olması onu hem komik ve sivri biri yapıyordu. Bundan pek mustarip değildi. Kendini tanıdığını düşündüğü yanlarla hayatına insanlar alıyor, onlarla yoğun bağ kuruyordu (sorsanız aidiyet duygusundan yoksun olduğuna inanırdı). Bağ kurduğu kimselerden en ufacık bir can acısı yaşadığında dünyaya kin duyuyordu. Kendisiyle çeliştiğini görmek için müthiş bir fırsattı bu, o ise aylaklığından sadece acıya odaklanabiliyordu. Okumak cahilliğini alsa da kibrini ve egosunu da besliyordu. Kendinin tanrısıydı netice de. Herkese tepeden baksa da, insanların eşit olduğunu savunurdu sesli bir şekilde. Bull shit! Al sana yeni bir çelişki’ Hele aşksa söz konusu, sadakat sevmek ondan sorulurdu. Ruhunun özgür olduğuna inansa da kıskançlık onu çürütürdü içten içe. Adalete inansa bile onun için kötü olarak anılanların cezalandırılmasından gizliden gizliye zevk alabileceğini biliyordu. Ve hala ruhuyla aklının çelişkisini anlayamıyordu. Kalbinin kölesi olmuştu çünkü. Duyguları düşüncelerini alt ediyor, düşünceleri duygularını katlediyordu.. Kendisi iyilik elçisiydi halbuki.. Neden insanlar ona kötü baksındı, neden hakkında kötü düşünsündü. Halbuki sorsanız insanların düşüncelerini siklemezdi.. İşte bunları yıllarca küçük küçük işledi kanına. Nerede kaybolduğunu bilemez insan bazen, kaybolduğundansa neredeyse emindir. Yaşadığı her olaya dibin zirvesi dedikçe daha da dibe batıyordu. Güzel olansa, damla damla mutluluğu yok oldukça o inatla direniyordu. Gerçi durması gerekirdi ya neyse..

    Sinsi bir şekilde depresyon hayatına sızmıştı aslında. Bizim kahramanımızsa hayatın iplerini inatla tutuyordu. Yahu sal be kardeşim bak kişisel gelişimciler diyor. Yok, olur mu her şeyi kontrol edebilme arzusu onun kibrini öyle besliyordu ki, bırak ipi salmayı birazcık gevşetemezdi bile. Bunlar üç günde olmadığı gibi üç günde de yok edilemezdi. Öyle yavaş sızmıştı ki hücrelerine bu durum; baktı ki artık evden pek çıkmıyordu, terk edilmişti hem de ağır cümleler sarf edip karşılığında ağır cümleler duyarak, çevresinde ona inanan kimsecikler kalmamıştı (ailesi hep yanındaydı halbuki). Zaten kimse beni anlayamaz ki, ne zaman bir şey olduğunda yanımdaydılar ki diye diye öfkesini katlamaya başladı. Kimseye tahammülü kalmadı. Derken bir sabah uyandığında yumrukları sımsıkıydı, gözleriyse yaşlı. Hayatla arasına giren her neyse ona çok acı veriyordu. Karşı çıksa da doktora gitmeyi, ilaç kullanmayı, hatta doktoru kabul etse hastaneye yatmayı bile kabul edecek kadar bitmişti. Birkaç hafta sonra iyileşmeye başladığını sansa da bu bir yanılsamaydı. İyileştim dedi, yüzüne bir tokat gibi ihanet çarpıldı. Düştü, yatağından çıkmadı. İyileşmeye başladım dedi, yüzüne çat yalanlarla bir tokat daha çarpıldı, düştü. Çıkmadı yatağından. Birkaç zaman sonra sanırım daha iyiyim dedi, aşkı ve arkadaşlığı yeni hayatlarında onsuz mutluydu kaldıramadı çat bir tokat daha! Düşmemişti. Canı acımıştı, düşmemişti. Sessizce döndü yatağına, gözleri açık başladı uyumaya. Bu sefer ‘iyileşmek’ dedi, benim derdim bu değildir belki. Bir süre evden çıkmadı, hayatın akıp gitmesi, her şeye geç kalma korkusu sarmıştı bu sefer de etrafını. Durdu, korkuyla bir nefes aldı, tam dışarı çıkacaktı ki kapıyı geri kapattı. Herkesin koşuşturmayla kendinden kaçtığı, kendini kandırarak hasta olduğu sokaklara çıkmaktan vazgeçti o an. Balkona çıktı, kahvesini aldı, ilaçlarını yudumladı. Bir süre sadece izledi, telaşlı kalabalığı. Korksa da hayatı kaçırmaktan bu sefer bununla yürümek yerine daha sakin kalmayı seçti. Zaten iyileşmek dediği şey tam da buydu. Bilmedi, bilse de söylemedi. Günler meğer aylar olmuş, evden ilk çıkışında. bahar gelmeye yüz tutmuş. İçinde güvende olmadığı hissiyle kaldırımda yürüyordu, ufak adımlarla, kendiyle yüzleştiği onca şey varken bir de insanlardan bir şeyler duymak istemediğine karar verdi, kendiyle baş başa kaldı..

    Zaten öyle değil midir, sizin ne yaşadığınızı bilmezler bilmek istemezler de, iş ağızlarına açmaya geldiyse o lağım dolu dilleri hiç susmaz. Ne verdiğiniz savaş, ne kökünü yeniden saldığınız bahar, ne yaralarınız, ne de kimken kim olmaya başladığınız önemli değildir. Yahu ben ki günlerdir (yaklaşık 4 aydır) hayallerim için planlar yapıp, sadece yatıyorum. Kim inanır benim hayata karşı yeniden adım atmaya cesaret edeceğime.. Peki birilerinin inanmasına ihtiyacım var mı?

    Vardı! Tam olarak şuan, ihtiyacım var mı! Hayır! Verdiğim savaşta aşkımı yanımda istedim, yoktu, Ağlamak için dostumun omzunu istedim, yoktu. Sokulup uyumak ve kaybolmak için ailemi istedim, yoktu. Bu benim döngümün lanetiydi. Kırılana kadar. Kolay mı oldu, hayır. Tam olarak kırıldı mı, hayır, Sen bunu hemen mi başaracaksın, hayır. Eğer bahar vaktinden önce geldiyse geçmiş olsun, tüm ekinlerin ziyan olacak. Biliyorum, hayatı hızlı yaşa genç öl diyen birinin aceleci olarak her yere geç kalmasından dolayı biliyorum. Eğer yolun buralardan geçiyorsa, arıyorsan kendi gerçeğini. Kapat gözlerini ve derin bir nefes al.

    Çünkü bazen gerçeği görmek için gözlerini kapatman gerekir..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..UNUTAMAMANIN 50 TONU..

    Hatırlanmak güzel, hatırlamaksa can acıtıcı olabilir.. Doğum günlerini düşünün, sevdiklerinizin hatırlanma vesilesiyle yaşayacağı mutluluğu. Peki ya eski aşklar, hayal kırıklıkları, ihanet. İşte bunlarsa tam olarak bir cana kast mekanizması olabiliyor..

    Her anı en ince detayıyla hatırlıyordum. Aldığım nefesin, vücuduma dağılışındaki ahenk dahil olmak üzere, her şeyi. Bu bana ne mi kazandırdı, peh, elbette bir hiçlik yolu. Gerçi hakkını yemeyelim, bu düzen nasırların artışını kolaylaştırdı, böylelikle can acım daha da azaldı.. Peki hatırlanmak! Beni böylesine unutmalarını sağlayan ne olmuştu? Sorgulayıp, unutmuşum gibi yaptığıma bakmayın her an kare kare aklımda. Lakin konuşmak beni de haksız çıkarır. Yine de o lanete dadanacağım ve konuşacağım. Çünkü birileri, acıtsa da gerçekleri konuşmalı değil mi!

    Mucize ve imkansızlık arasındaki insanı göt eden farkı yaşamayan var mı bilmiyorum. Ben epey bir göt oldum, işte bundan eminim. Neye olmaz dediysem, tanrı kahkaha atarak yaşattı. Büyük konuşma talihsizliğini de yaşadım. Asla yapmam dediğim ne varsa hemen hepsinde başroldeyim.. Kendine aşağılık biri gibi davranmak benim en ünlü yanım. Prens gibi davranmaksa sizi aldatmanın en kolay yanı..

    Biliyorum her anı hatırlamanın verdiği haz ve karmaşa oradan keyifli ve tecrübe katan dersler niteliği taşısa da buradan durumlar pekte öyle değil. Mesela şu hayatımı iki ayda alt üst eden kadın. Ve gidişi..

    Egolu, kibir dolu, yalnızlığın krallığını kurduğum hayatımı anlatmaya can attığım şu kadın.. Mutluluğun nirvanasındayken, yere çakıldığım o an. Desenize hikaye zamanı..

    Hayatım; okul, iş, başkalarıyla kırıştırdığı için ayrıldığım sevgilimin yası, tiyatro ve arkadaşlarımın arasında akıp giderken karşıma bir yazı çıktı. ”Donup kalmış pencerelerle dolu bir yapıya, zamanın her şeyi düzeltebileceğini nasıl anlatabilirim ki?” İlgimi cezbeden bir cümleye merhaba dedim. Hayatıma neler katacağını bilmeden..

    Bir partide elini sıktım, sigaraya davet ettim. Beş dakika. Sadece beş dakika da ‘işte bu’ dememi sağlamıştı.. Sonrası, alafranga bir yerde kahve ve sokak başında bir tavuk pilavcıyla devam etti. Neredeyse her an beraberdik. Dans ediyor, şarkılar söylüyor, Filmleri arşa çıkarıp yerin dibine sokuyorduk. Hem öngörülebilir hem de değildi. Belki de bu yüzden yeni projem o olmalıydı, bilmiyorum. Ben sürekli dans edelim derken, onun tökezlemesi her şeyi başka bir yöne itti. Meğer başkasına da kokusunu bahşediyormuş. Dürüstlüğün köprüsüne onu götürdüğüm ana lanet ettim. Kendisi seçim yaptı sansın diye, onu o köprüden ittim. Böylelikle gitti, bitti mi, sanmam..

    Birbirimize ulaştık zaman zaman, hayatlarımıza başkaları girmiş olsa bile yara alan diğerine giderdi. Ve sonra veda ettim. Yüzüne ve hayatına karşı. Oysa yalnızlığın doruk noktasındaydı ve yavaş yavaş kendi kabuğunun dışına çıkmaya başlamıştı. Bunu yapabileceğinde hiç şüphem olmadı. (bazen olsa bile onu gördükçe eminliğim hep tazelendi)..

    Bana ulaşmak için çabası olsa da, hataları hayatlarımızı tamamen ayırmıştı. En azından benim hayat çizgimde.. Yoluma baktım, eski sevgilimle kavuştum, daha çok yazdım, fazlasıyla oynadım, işimde yükselmekle meşguldüm.. Bir sabah bu şehirden gittiğini öğrenene kadar..

    Şimdi kendi hikayesinde başrol olacak biliyorum. Ya da öyle olduğuna inanmak istiyorum. Bana anlatmak için kendini yorulduğu her şeyin farkında olduğumu bilsin isterdim. Oysa yalan söylemediğini, yaşadıklarının onu buna ittiğini, hastalandığını anlatmak ve yanında beni görmek için çabaladı, biliyorum. Kendini her şeyin mağduru olarak görmese de mağdur oldukları konular aramıza uçurum açmıştı..

    Ben onu unutmadım, oysa hatırlanmanın keyfiyle hayatına devam ediyordur umarım..

    Belki bir gün başka bir hikayede hatırlanmaya değer yeni bir hayatın ortasında kavuşuruz..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..YA HEP YA HİÇ..

    Hayatı gökkuşağı tadında yaşayanlardan mısınız! O zaman burada vakit kaybetmeyin. Çünkü bugün ya siyah ya beyaz diyenlerden bahsedeceğiz..

    Her şeyim dediklerini kaybeden birilerinin hikayesini dilediniz mi hiç? Ya da tepeden tırnağa izlediniz mi onları? Ya da belki siz onlardansınız? Gelin öyle bir adamın hikayesine bakalım..

    Hava kararsız. Bir güneş açıyor, bir kararıyor. Aklı melekesi yerinde olan, toplumun delisi, evin akıllısı bir dahinin hikayesine hoş geldiniz.. 

    Havanın kararsızlığı içine işlemiş dahimizin güne başlamak için belli rutinleri var: Uyanır, yatağını toplar, önce kahve suyunu koyar, sonra dişini fırçalar, tuvalete girer, kahvesini aldığı gibi önce kokusuyla meditasyon yapar birkaç dakika. Oturur kalem kağıdın başına başlar yazmaya. Kimi zaman günlük planını yapar, kimi zaman yazacağı metinlere odaklanır, kimi zamansa sadece kelimeleri özgür bırakmak için yazar. Yazmayı bitirir, yogasını yapar, balkonda bir sigara keyfinin ardından kendini evinin yakınlarındaki göle doğru atar. Uzunca izler gölü, bazen birkaç bir şey karalar buralarda, bazense öylece çayını yudumlayarak gömülür aklının çığlıklarına..

    Göldeki huzur seansı bittiğinde randevusu varsa doktoruna gider, yoksa sokağına döner geri. Bir buruk aşk hikayesine konu olan Leyla’sı da aynı sokaktadır. Dostları da. Aşkın buruk yanını görmek ümidiyle yürür, arkadaşlarının masasına doğru. Onlarla sohbetini yapar. Sonrası kendiliğinden gelişen, hayatın akıtıp getirdiği bir gün sonu olur. Aşkıyla dalar uykuya. Kimisinin hayalleriyle, kimisinin kaygılarıyla, kimisin kafayı koyduğu an dalıp gittiği rüya aleminde sadece Leyla vardır onun için..

    Her sabah aynı düzende uyanan, umutla Leyla’ya yar olmak için yürüyüp aşındırdığı yolda ne Leyla vardır onun için ne hayalleri. Günlerin böyle akıp gittiği bir sabah, ağzında ekşimsi bir tatla uyanır. Gastrit merhaba derken rutininin ilk ayağını değiştirmenin vereceği öfkeyle kaşlarını çatar. Kahve için koyduğu sıcak su bu sefer bitki çayına yar olacaktır. Buna aldırış etmez. Bir seferden ne olacaktır ki zaten. Derken o hafta sadece bitki çayı içmeye başlar. Bununla beraber gelen çatık kaşlarsa haftaya kendini sabitler. Hava kaşlarına eşlik eder, rutinleri de..

    Pes eder kaşları. Bir sabah uyandığında hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını anlar. Uyanır, duşa girer, bazen duştan önce toplar yatağını bazen sonra, kahve yerine başka şeyler gelmiştir mesela. Göle uzun süre uğramadığı gibi Leyla’yı görmek için aşındırdığı yolları da değiştirmiştir. Bu süreçte ağzındaki tat geri yerine gelir, hatta daha tatlıdır bile denilebilir..

    Bunu kontrol etmek isteğiyle uyanır. Başka bir sabaha. Oturur plan yapar kendince. O gün kendine izin verir. Ertesi gün içinse hazırlık yapar. Neşeli bir haftanın ardından tekrar bir boşluk hissiyle uyanır. Bu sefer anlamsızca etrafa bakar, yorganı kaldırmak istemez üstünden. Kahveyi sipariş eder, sandviçle kahvaltı yapar..

    Hepimiz bu hikayenin sonunu anksiyetenin yazacağını biliyoruz.. Bu isteksizliği zaman kavramını alaşağı eder. Hafta mı geçmiş, saat mi ilerlemiş, gün nerede kalmış. Hiçbirinin önemi olmadan bir süre herkesten uzak, yatağına yakın bir hayat yolu izler. Her şeyin aniden oluşuna takar kafayı. Ani öfke, ani neşe, an, kahramanlık, ani düşmanlık. Hayatının aniden alt-üst dengesinde kayboluşuna anlam vermek istese de bunu bir türlü çözemez..

    Renkler gittikçe solar, akrep ve yelkovan birbirini kovalamayı unutur, eş dost eskiyi anar, hayat geleceğin kaygısını yaşatır. Derken bizim dahi dehasının körelmesinden şikayetçi olmaya başlar. Öyle bir şikayet ki bu, oturduğu yerden yapılan ve bundan gram utanç duyulmayan.. Havanın bulutlarla haşır neşir olduğu bir gün pencereden akıp giden trafiğe dalar öylece..

    Zamanında masasında oturup sohbet ettikleri umarsızca hayatına devam ediyordur, bir diğerleri hayalleri için heyecanla koşuşturuyordur, başkası kendini atmış kaldırma hayatın akışında kaybolmayı seçiyordu, esnaf hayli çalışkan, gökyüzü bir o kadar kızgındı. Kedine bakakaldı. Belki tek eksiği buydu. Her şeyin mükemmel olmasını isterken, düzen isterken, hayatını kontrol altında tutmaya .alışırken asıl olan hayatı kaçırmaktı. Ve o bunu yeni görüyordu..

    Öyle bir hal almıştı ki, bir şeyi yapmayınca hiçbir şey yapmıyordu. Her şeyi kalabalık bir plana oturtuyor, kendince yapamadıklarından öfke duyuyordu. Amacını yitirmiş, aşkını bile unutmuştu. Sahiden Leyla’ya n’olmuştu?

    Kendisini mi yoksa dünyayı mı unutmuştu, bu iki uçlu seçimsizliği yüzünden?..

    Her şeye cevabı olsa bile kendine karşı ‘bilmiyorumların’ pençesinde takılı kalmıştı. Hikayenin sonunu yazamayacak kadar cevapsızdı artık. Siyah ve beyaz, hep ve hiç, var ya da yok demekten öteye adım atma cesareti gösterebilen herkese..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..ANAHTARIN YUVASI..

    Cebinize bir el atın. Hangi kapının anahtarları var? Ya da nelerin anahtarı mı var demeliydim! Bugün karmaşadan sıyrılmanın huzurunu bulmak için kaos yaratacağız! Hazır olun, kendinizi ”ben demin ne yaşadım”ın içinde bulacaksınız. En azından şimdilik hedefimiz o.. Buraya geleli iki gün oluyor. (İzmir’e). Anında hasta oldum. Vücudum sağlıklı yaşama alışkanlığını yitirdiğinden beri, gayet iyiydim. Şimdi yediğim yemekten, aldığım oksijene kadar her şey öyle nizami ve sağlıklı ki bünyem kaldıramadı.. Hayatın sağlıklı alanına karşı bünyem aşırı hassas. Alışık olmamasının yanı sıra alışmamak içinde elinden geleni yapıyor. Sağlıklı ilişkiler, sağlıklı işler, sağlıklı arkadaşlar, sağlıklı bir yaşam sadece bende hassas bir bünye yaratmıyor, aynı zamanda yoğun bir alerji ortaya çıkarıyor.. 

    İki günde, 5 gün önce kurduğum alışkanlık dizesini komple yıktı. Habire yatmak isteği, hareketsiz kalma ihtiyacı duyuyorum sürekli. Ne sigaramı almak için markete gitmek istiyorum, ne köpeğimle yürüyüş yapmak. Aklıma yapılmayı bekleyen şeyler yük oluyor, yapılmadıkça artan bir yük..

    Dün bana garip hisle güne başlatacak bir rüya gördüm. Hala sebebini düşünsem de önemsiz olduğu gerçeğiyle üstünü kapatıyorum. Hayatta istediklerimiz olmayacaksa bir şey istemenin ne gibi bir önemi olabilir ki? Bunu sadece rüyada görmek bana bir avuntu mu olmalı? Yoksa bir başka şeyin habercisi, hem de iyi bir şeylerin, diyerek kendimi mi avutmalıyım?

    Eğer uyulmayacaksa, kuralların ve planların ne önemi var mesela? Hayat akışı kendine göre çizecekse sürekli, birazcık olsa bizi hesaba katmayacaksa bizim ona dahil olmamız neden keyifli olsun ki?

    Yine sorgulamalar başladığına göre, ilaçlar kana daha karışmamış demektir. Ne hoş değil mi! Beni ottan farksız kılan ilaçların arkadaşım olacağı aklıma gelmezdi. Hatta yıllarca da buna karşı direndim. Şimdiyse teslim olmakla kalmadım, bunu kanıksadım da..

    içimden ne yazmak geliyor, ne kahvemi yudumlamak ne de son sigaramı içmek.. Bir masal -dan bahsedelim..

    Evvel zaman önce bir kral varmış. Masal bu ya kral halkın tam içinde yaşar, asla sarayda oturmazmış. Mal mülk desen hep topraklara dağıtılır, Yaşayan halk ise ne ekerse onu biçermiş. Kanun da böyle işlermiş. Cezalar kadar ödüller de varmış. Bu yüzden bir süre sonra köyde ne yalan kalmış, ne haksızlık..

    Ama her şey böyle mutlu giderse ne masal, masal olur. Ne ders çıkarılacak bir nokta kalır. İlla bir karmaşa olmalı, ona bir çözüm bulunmalı ki ders alınsın, masal yerini bulsun..

    Köye sürgünle gönderilen iki prens gelmiş, yıllar sonra. Biri çok zeki, diğeri çok akıllıymış. Biri kelime cambazı, öbürü sabırlı suskunluğun temsiliymiş.. Eee bizim prensesle çok geçmeden tanışmışlar. İkisi de gözü dikmiş, koymuş kafaya almayı prensesi. Prenses ise gönlü avare, ağzında şarkılar eksik olmayan neşenin timsaliymiş. Prenslerle çok keyifli vakit geçirir, aylak aylak gezinirmiş. Bir gün ormanda yabani bir bitkiye merakla yaklaşmış, parmağına batan diken sonucu oracıkta bayılıvermiş. Hiçbir hekim çözüm bulamamış. Prensler çareyi annelerine gitmekte bulmuş. Anneleri bitki bilimiyle yakından ilgilenirmiş. Gördüğü nadide çiçeğin dikeninden aldığı örnekle günlerce deneyler yapmış Prensesi uyandıracak panzehiri bulsa da yan etkileri olacağını söylemiş. Her şeyi göze alan kral kızının uyanması dışında bir şey düşünmediği için kabul etmiş. Kısa süre sonra uyanan prenses, etrafa çatık kaşlı bakışlar atarak kendine gelmiş.. Gün geçtikçe içindeki huzursuzluğu dışarı yansıtmış. Kimse anlamamış nedenini. Prenslerin annesi prensesle konuşmaya çalışmış. Bakmış olacağı yok, krala gidip prenses için özel bir yer inşa etmesini söylemiş. Vakit kaybetmeden yapılmış. Çiçeklerle dolu, içeride kuşların cıvıltısı olan bu yerde prenses günlerce bir başına kalmış. Suskunluk orucuna başlayan prenses, köye bir keşişin gelmesini, onun dışındaysa kimseyle görüşmek istemediğini söylemiş. Dediği yapılmış..

    Kral, prensler ve hak bir süre sonra öyle umudunu kesmiş ki prensesten unutuvermişler onun varlığını. Bir sabah güneş olduğundan daha parlak yükselmiş, herkes şaşkınlıkla sokağa dökülmüş. Herkesin kendinden vazgeçtiği prenses beyazların içinde, etrafa uçuşan kıyafetinde güneş kadar parlak şekilde çıkıvermiş ortaya..

    Masal bitti..

    Alın size kıssadan hisse. Hayatın kendi özeti. İnsanların hayranlık duyduğu biri olabilirsiniz, her şeye çözüm üreten bir akla sahip olabilirsiniz, kendi halinde yaşayan biri de olabilirsiniz, hatta yalancının teki de olabilirsiniz. Kim olursanız olun. Sizden, koydukları etiketleri doğrultusunda, istenilen çok şey olacak. Ve çoğu istediğini alamadığında vazgeçecek sizden. Ya da istediklerini verdiğiniz, kendinizden vazgeçtiğiniz halde yine gidecekler sizden. Hayat neşenizi kıracak, hayallerinize çamur atacak, inşa ettiğiniz şeylere darbe yapacak belki de. Yapacağınız devrim barışı getirmeyecek belki. İşte tam o noktada. Hem herkes vazgeçmişken, hem de elinizde sadece hiçlik kaldığında. Ya yeniden doğmak için suskunluk orucu tutacaksınız, ya da yitip gideceksiniz..

    Kendi  yuvanızın anahtarına sahip olabilmeniz dileğiyle..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..KAPTANIN GÖZYAŞI..

    Senelerce yollardasınız. Binlerce çeşit insan görüyorsunuz. Fırsat buldukça evinize neşe götürmeye çalışıyorsunuz.. Hayat sizin için tam bir sınav. Her an ölüme sürüyor, yaşamı evinize götürmeye çalışıyorsunuz.. Ve hayat sizden alacaklıymış gibi davranmaya devam ediyor.. Bunlar yetmezmiş gibi bir de kendi hayatınızın içindeki insanlarla mücadele ediyorsunuz. Mükemmel, bir yolculuk.. Vedalardan hiç hoşlanamadım. Kimseye veda etmeden, bir küçük çanta ve ceketimle, kumar masasından otobüse geçtim. Benim veda şeklim..

    Uyku ve düşünceler arasında gidip gelen bir an içinde, önümde duran camdan dışarıyı izlerken gözüm aynaya değindi. Şoförün yola dikkat kesilen gözlerinden birkaç damla yaş süzülmüştü. Taksiyle güle oynaya, şarkı söyleye söyleye gittiğim otogarda kendi gözyaşlarıma sebep ararken, yaşların hiç ummadığım gözlerde oluşu beni uykudan düşünce dünyasına sevk etti..

    Ne olmuş olabilirdi ki? Kim üzmüştü böyle seni?  Ailen mi, yoksa işten dolayı mı, belki de yıllarca bekleyen bir akıntının iki damlalık fragmanıydı.. İlk defa merakımı dizginledim, sormak yerine sadece izledim. Uykunun beni teslim aldığı bu sırada yerine başkasına geçmiş ve gözyaşlarını dizginleyen çınar dinlenmeye geçmişti. Yüzündeki mahcupluk, aklındaki yorgunluk yola devam etmesine izin verememişti..

    Hayatın kendisi değil de ne ki bu! Birçok şey yaşıyor, yaşanılanla yaş alıyor, adına tecrübe diyerek devam ediyoruz. Bizden sonrakilere anlatılıp ders alınması için, belki roman, belki bir beste olması için yaşıyoruz. Onun dışında neye yarar ki yaşanılanlar?

    Kaptanın gözyaşında neler saklıydı kim bilir, peki benim akıtamadıklarım veya zamanında durmadan akıttıklarımda saklı kalanlar?

    Ailemin yüküyle, arkadaşlığın ihanetiyle, aşkın hayal kırıklığıyla, hayatın yılgın hoşgörüsüyle ortaya akıtılan gözyaşlarım. Bu hikayelerin bendeki anlamı yazmak. Kızgınlık, kırgınlığım, öfkem, sevincim, neşem her neyeyse hepsini anlatacak yerimi buldum. Şanslı mıyım, gözyaşlarıma yuva bulduğum için? Yoksa gözyaşları insanın can acısının dışa vurumu mu? 

    Sizin gözyaşlarınızdaki hikaye ne? Mesela en son ne sizi hıçkırıklara boğarcasına ağlatmıştı? Yoksa sizde mi topluma güçlü görünmeye çabalayan babam gibi ağlamayı reddedenlerden misiniz? Ağlamayı güçsüzlük gören kadar, sevgisini de güçsüzlük olarak görüp sesli söyleyemeyen, yaşayamayan ve yaşatmayan insanlardan mısınız?

    Ne yazık! Duygularını kabul edemeyen, onlardan kaçanlara. Ve yaşasın! Kaptan gibi özünü azıcık bile olsun gösterme cesareti gösterenlere. Hayatınızın hangi yönünü yaşıyorsunuz bilmem. Ben hem karanlık hem aydınlık yönünü aynı gün yaşadım. Hep!

    Ağlamayı güçsüzlük olarak gördüğümde oldu (babamın kızıyım, that’s my girl). Kaldırım boyu trafiği yok sayarak ağladığımda oldu. Çatık kaşlarla korku salmaya çabaladığımda oldu, sevgimi dolu dizgin yansıttığımda. Kendi dengemi kurana kadar yorgun düştüğümde oldu, dengesizliğin yarattığı enerjiyle dimdik durduğumda. Arabesk dinlerken bir sonraki şarkım Demet Akalın da oldu, Hiç şarkı dinlemek istemediğim anlarda..

    Hangisi daha çok kazandırdı, hangisi kaybettirdi bilmiyorum. Terazinin ipi kopalı öyle uzun zaman oldu ki. Şimdi gördüğüm tek gerçek, dünde sevilmek için kendinden veren kadından geriye sadece hayal kırıklıkları kaldığı. Bugünümü yeniden inşa ederek kendim olmayı yeniden öğreniyorum. Meğer ben beni sevmeyi unutmuşum da, hep sevgi yırtıklarına yamanmak istemişim. Bak şimdi, mesela bir zaman evvel herkesin ne duymayı istediğini o kadar iyi bilir ve ona göre konulurdum ki, herkes kendini dünyanın sahibi sanırdı. Bugünse sadece ayna oluyorum. Duymaktan korktukları gerçekleri söylemek benim için paha biçilmez bir oyunmuş..

    Anksiyete ile baş etmeye çabalayan insanlara iyi bakın, onlar size bu yazının kökünü tercüme ederler. Çünkü birilerle, güvenli alanda olmanın kahraman ya da star olmaktan çok daha önemli olduğunu. Bizler için; pahalı, şık,  mis koku, güneşli gün kavramları yoktur. Güvenli, korku yaratmayan, huzursuzluk hissi uyandırmayan bir hayat vardır. İster mis koksun ister pis. Kokuyu alamazsın ki. Önemlide değildir kokuyu almak, nefes alalım yeter..

    Bir de şimdi gel gör beni! Artık kendi kokum var, kendi şarkılarım, kendi sözlerim, kendi kırgınlığım, kendi neşem.. Kaptanın gözyaşlarında neler saklı bilmiyorum, benim gözyaşlarımda kendimi büyüttüğüm tohumun toprağına akan bir nehir var..

    Kendi toprağınızda büyümeniz dileğinizle..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..SARHOŞUN MEKTUBU..

    Kendini bilmez insanların, bildiklerini sandıkları hayata dair bazı hikayelere değinelim bugün..

    Çok eğlenceli bir anınıza gidin, her şey olması gerektiğinden daha mükemmel. Herkes rengarenk. Hava teninize hoş bir dokunuşta bulunuyor. Öyle ki ışık bile sizin için enfes bir tatta. Herkes neşe saçıyor, müzikler sarhoşluğunuzu arttırıyor. Tam eğlencenin G noktasındasınız..

    Biri çıkageliyor. Simsiyah giyimli, gözleri şişmiş, ortamda kulaktan kulağa oynuyor, bir kısmı muhabbetin içine hortum misali çekmeye çabalarken bir kısmı ekarte etmeye için elinden geleni yapıyor. Bununda farkında ya da değil önemli olan sonuçlar değil midir? 

    Hayatınızda böyle birçok parazit vardır: Neşenizi çalan, enerjinizi sömüren, eğlencenizi bölen, kendi çukurundaki yalnızlıktan sıkılmış, kendi karanlığıyla güneşe gölge olmaya çalışan.. Eğer yoksa tebrikler, hayatınızın asalağısınız..

    Onların varlığının tek bir amacı olmalı, eğer hayatınızdaysa; sizin negatifliğinizi yöneltmeli tüm kızgınlığı, öfkeyi, kini, içinizdeki pisliği tam olarak kusabileceğiniz bir kusmuk torbası. İşte hayatlarındaki tek vazife bu. Onlara bu vazifeyi gerçekleştirmek için izin verin. Onların kirliliğini aktaracak elbet birileri vardır merak etmeyin. Dikkat çekmek, ortamı alaşağı ekmek, spot ışıklarını üstlerine çekmeye çalışırlar her zaman. Ve birileri buna düşer.. Eğer düşenlerdenseniz, geçmiş olsun..

    Önce çevremde bunlardan olan var mı diye düşüm, Sonra tek tek liste yaptım. İsimlerinin yanın post-it koydum. Tek tek içlerindeki pisliği yüzeye çıkarmalarını sağladım. Bununla yetinmedim. Öyle olmayanları da buldum. Onlarında içindeki ışığın çıkması için yol açtım. Ne çok yormuşum kendini meğer..  Bununla yetinmedim. Asalaklara hak ettikleri hakareti verdim, ışığı sönük olanlaraysa kendimden verdim. Parazitlik onlarda mağdur psikolojisi yaratmış olacak ki, hemen savunmaya geçerek öyle olmadıklarını kanıtlamak için çabaladılar, çabaları gösterdi ki tam olarak öyleler..

    Ne tuhaf, dürüstlüğe önem veren yalancı. Saygı görmek isteyen, acıdan eğilene ilk tekmeyi atan. Işığın kendisine dönmesi için çabalayanlar, asalak.. Hayatın içinde bunlardan kurtulma şansı olmadığını biliyoruz. Peki ya ne yapmalı?

    1) Kendinize sorun, yalnızlıktan korkuyor musunuz? Korkuyorsanız seçenekler sizin için tükendi demektir ve buradan itibaren ya asalaklara tahammül edin, ya da asalak olarak devam edin..

    2)Korksanız bile eminseniz kendinizden önce bir liste yapın. (dost, aile, aşk, asalak, yalancı, doyumsuz, tasmalı olarak)

    3)Yarın sahnenin neresinde olmak istediğinize bakın.

    4)Kendi sahnenizse işiniz zor. Çünkü yavaş sür, hızlı düşün modunda hayatınızda olanlardan ayrışmanız gerekecek. İzlemek isteyenlerdenseniz, yanınızda kimlerin olmasını istediğinize karar verin ve devam edin.

    5)Sahneyi yazmak sırası. Şimdi herkese rolünü dağıt. En karmaşık olanı kendine ver. Çünkü gerçeklerin acıtan yüzüne döneceksin. Önce seni acıtmalı, yoksa gerçekçi olmaz, sadece saldırgan olmuş olursun.

    6)Herkesin oynamasına izin ver. İzle, dile, gözlemle, anlamaya gayret et, rolü üstüne oturmayanları ele. 

    7)Aynaya bak provayı bitir. Kendi rolünden eminsen işte şimdi başlayacaksın..

    Ahmak bir asalak olmaktansa, yorgun bir yalnız olmayı yeğlediğin için öncelikle tebrikler. Şimdi bu zorlu sınavın ödülüne gelelim. Herkesi hak ettiği yerde bıraktın. Geriye tek bir şey kaldı. Herkesle geçirdiğin anların, yaşadıklarının, yaşatılanların, yaraların, travmaların var olduğu cebindeki o mektup. Çıkar onu. Çak çakmağını, kendi pisliğinde boğulması için sarhoşu bıraktığın geriye sakın bakma! Ve sakın okuma!

    Unutma sarhoşun mektubu okunmaz..

    ..SEVGİLERİMLE..