Yazar: yildizlaraltinda

  • ..DRAMA ÜÇGENİ..

    Tanıdığınız herkes, başta siz olmak üzere, bu oyunu oynuyor. Bana bakmayın ben bu üçgenin kurucusu sayılacak kadar oynadım..

    ”Kurtarıcının rolü kabul edilmesi en kolay yol olabilir. Ancak bu gerçek bir hayırseverlik değildir. Başkalarının hayatını kontrol etmek ve başkasının sorunlarını çözmeye çalışmak, dolayısıyla kendi hayatını ihmal etmekle ilgilidir.

    Mağdur olmaya alışkınsanız, kendinizi sık sık suçlanacak birisini veya kendi dışınızda bir şey ararken bulursunuz. (Aslında, tüm rollerin ayırt edici özelliği, dikkatinizin genellikle dışa doğru yönlendirilmesidir.)

    Son olarak, hiç kimse bir Zalim olduğunu kabul etmeyi sevmese de, işler yanlış gittiğinde öfkeli haliniz ortalığı yıkıp geçiyorsa, muhtemelen bu rolde çalışıyorsunuzdur. Gerçekte, öfke sadece altta yatan korku, utanç ve güçsüzlük için bir maskedir. Ne yazık ki, yetişkin zalimler genellikle çocuk olarak mağdurdur. ”Gerekli bilimsel bilgi kısmını verdiğimize göre gelelim hayatımızdaki drama üçgenine..

    Olay kendi hayatını alaşağı ederek başkalarının hayatlarında yer edinmek aslında. Etrafınızı iyice gözden geçirin. İnsanlar neden yalan söylüyor, bu yalan size ne hissettiriyor? Onlara sebep buluyor musunuz, yoksa kendinizi aptal gibi mi hissediyorsunuz? Peki ya ihanet edenler, terk edenler, haksızlık edenler, hayata ya da kendine olan öfkesini size yansıtanlar, yaptığı yanlışın altında ezilirken sizi yanına çekenler, yaptığınız her şeye bir bahane bulup eleştirenler, dünyada göze batan bir fazlalıkmışsınız gibi hissettirenler? Geçmiş olsun hayatınızın zorbasıyla karşı karşıyasınız. Bunları yapanlardan mısınız, süper 🙂 O zaman zorba sizsiniz!

    Hayat size hep haksızlık yapıyor değil mi, kimse sizi anlayamıyor, eşsiz bir yapıya sahipsiniz yine de insanlar sizi görmezden geliyor. Yalan söylüyorsunuz ama hep pembe yalanlar bunlar ve insanlar bunları yüzünüze vuracak kadar küstah, sizin pembeliğinize anlam veremiyorlar. Yazıklar olsun onlara. Sadece siz maddi ve manevi bunalımdasınız, insanlar tü kaka değil mi. Hadi hayırlı olsun sevgili mağduriyet ordusu..

    Her şeyin farkında mısınız, dünyanın kötülüğü karşısında çok mu güçlüsünüz, insanlara dürüst ve el uzatan yanınız taktire şayan mı, bravo size hadi gelin önce çocukluğunuza bir inelim. Eminim orada kurtarılmayı bekleyen küçük, tatlı, çekingen bir velet var..

    Aslında hepimizin içinde bulunduğu bu labirentin tek bir çıkış noktası var, başkasına değil kendine dönebilmek. Kendi hayatınızın üçgenini oluşturmayı öğrenmek, bunu fark edebilmek meşakkatli bir yol, farkındayım. O zaman size ezilen, yorulan ve taktir bekleyen hayatınızda başarılar dilerim. Yazıyı burada bırakabilirsiniz çünkü bundan sonrası çıkış yolumuz üzerine olacak..

     Ben üçüne de sahip olmuş, dönüp durmuş, üçünde de kendime yer edinmişim.. Yalnız kahraman ve mağdur rolünde baya iyiyim. Zorbalık pek tarzım değil, o yüzden diğer iki yanımı iyi beslemişim.. Bu oyun yıllarca sürdü benim için. Hiç farkında olmadan, herkese el uzatıp onay beklerken gelmeyen onay ve gösterilmediğini düşündüğüm sevgi yüzünden çat mağdur rolüne transfer oluveriyordum..

    Her şey hem sizinle ilgili hem de değil. Kendi içindeki paradoks ise sadece size çelme takıyor. Aşkta, arkadaşlık ve ailede nazınız geçiyorsa mağdur, geçmiyorsa zorba, nazlananlar varsa kahraman oluveriyorsunuz. Hayat boyunuzu aştığında da boğuluyorsunuz. Ben defalarca boğuldum. Yüzmeyi inatla öğrenmeme sebebim bu olsa gerek. Sudan korkmak beni mağdur yaparken, suya girmek cesur ve taktir edilesi yanımı okşuyor. Dalgalarla mücadelem, onlara atmaya çalıştığım kulaç ise Ege Denizine zorbalığımın tam karılığı olsa gerek. Halbuki yüzmeyi öğrenmem için ne çok çabaladılar, sevdiklerim..

    Hep bir kahramana ihtiyacım oldu (şşşş! bu benim reddettiğim en önemli şeydi, sesli söylemek benim için büyük adım, hadi taktirleri görelim). Her şeyi kendi yapabilen bir kadının kime ihtiyacı olabilir ki! Elbette birine değil, birilerinin, özellikler koç burcuysa istediği birilerinin, sevgisine ihtiyacı olur. Onu almak içinse elinden geleni (zorbalık rolünden öğrendiğini) arkasına bakmadan yapar..

    Kapımı kendim tamir ediyorum, hop omzuma bir öpücük. Yemeğimi kendim söylüyorum, dışarıdan, hop midemden bir teşekkür. Arkadaşlarıma koşulsuz sevgimi sunuyorum, hop kendime bir sarılmak. Hastalandığımda kendi kendimi hastaneye taşıyorum, sonunda hop küvette bir iyileşme keyfi..

    Dertlerimin dermanını yolda arayarak bulamadım. Döndüm kendime baktım problemin kendisi de çözümün ipuçları da bendeymiş..

    Yazıldığı kadar kolay olmayan bu yolda, başarmak için çabalayan herkese..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..PENCEREMDEKİ KARANFİL..

    Hem hiçbir şey olmasın, hem de her şey olsun arafının tam merkez noktasından yazıyorum..

    Havanın güneşli olması içimdeki kasveti arttırıyor. Dışarıya çıkmayı istediğim, yine de evimin güveli alanını bırakamadığım şu günden bana geriye ne kalacak diye düşünüyorum..

    Aynı anda bambaşka yerlerde olma hissi, orada olsam bu olur şurada olsam bu olur olasılığının kafa siken yanı, beni bir hayli yorgun kılıyor. Aynı anda hem geçmişte hem gelecekte olma hissini, şu anın içinde hissetmek bana ne kazandıracak ki!

    Bugün pazar. Çalışanların keyfini sürdüğü tatil günü. Pazartesi sendromuna adım atmadan önce eşofmanla dolaşılacak son gün..

    İçimden kelime akışının dahi geçmedi bir pazar. Düşünsel olarak hiçbir şeyin olmadığı, aklımın kendini kapatıp, ruhumsa aylaklık yaptığı dakikalar içindeyim.. Aldığım parfüm kokusu beni geçmişe götürüyor. İlkokul zamanlarına, duyduğum sesler lise zamanlarını anımsatıyor. Kahvenin tadıysa bugünde kalabilmemi sağlıyor. Yirmili yaşlardan sonrası o kadar berrak ki, sanki hayata tam da o anda başlamışım gibi.. Daha öncesi yokmuş gibi. Sadece bir yanılsama ya da birinin hayatından kesitler izlemişim gibi..

    Her  gün yazmak zorunluluğum yok. Bunu yapmazsam kendimi daha da boşlukta hissedeceğim. Yazma eylemi bitikten sonra ne yapacağımı bilmiyorum. Noktayı koyduktan sonra ya uyuyorum ya da bir şeyler izleyerek günün ölmesini bekliyorum. Biliyorum, yapılabilecek çok şey var. Lakin konumuz yapılacak şeyler değil, benim hareket halimin sıfır noktasında olması.. Zaten bir şeyler yapmıyorken bir de yazma eylemi çıksa hayatımdan neyle kafayı yerim düşünmek bile istemiyorum.. Yazmak beni; düşünme illetinden, sorumluluk alma lanetinden mücadele etme zorunluluğundan koruyor zannımca..

    Dün doğum haritamı inceledim biraz, nümerolojiye baktım. Sanat benim; öfkemi kusabildiğim, kibrimi ve egomu dizginleyebildiğim, acılarıma dost, kahveme yoldaş olan bir yapıya sahipmiş hayatımda. Yazmaksa sanat konusunda başarılı olabildiğim belki de tek alan. Şarkı söylemeyi sevsem de nodülüm bundan pek memnun değil. Enstrümana gelecek olursak, kemanım kutsal bir rahibe misali el değişmemiş şekilde kutusunda beni bekliyor. Tiyatro içinse disiplinimin olması gerekliliği beni ondan ayırıyor..

    Aslında hayatın içinde olan ne varsa, sanatın içinde kaçtığım her şey gibi, hayattan da kaçıyorum. Oysa yaşamak ne nefis bir şey. Penceremdeki karanfillere dokunan güneşin varlığı bile gönlümü aşka susatıyor. Bense yönümü ekrana dikmeye gayret ediyorum.. Her zaman böyle değildim elbette. Ah benim sevgili geçmişim, ne çok hareketlilik kaynaklı olay barındırıyor içinde bir bilseniz.. Belki de onun yorgunluğudur bu, kim bilir..

    Kimse bilmez! Yorgunluğunuzu, yaşadıklarınızı, hatta bilenlerde genel de bir süre sonra unutur zaten. Hayatın satranç ya da ölümden sonra gailesizce devam etmesi gibi. Bazıları o n dursun isterken, hayat inatla başkalarına bunu yaşatabilmek için devam eder. Hepimizin kör olasıca yaşama alışkanlığı işte. Bazen birilerine inat, bazense öylece anlamı olmaksızın yaşar gideriz. Kim umurumuzda kim değil, kim ne hisseder, kim ne düşünür. Hiçbiri önemli olmaz içten içe. Biz sadece yaşadığımıza bakarız. Öyle ya, hayat sadece bize ciddi yüzünü gösterir çünkü..

    Mesela şu karanfil, görüyor mudur beni, umursuyor mudur? Ona su vermem ve güneşe çıkarmam olmasa kırmızı rengiyle bakar mı benim yüzüme yine? Hiç sanmam!

    Kendine yetebildiği an basar gider başka bahçenin topraklarına. Sen istediğin kadar emek ver, büyüt, sula, çabala, ilgilen, paylaş her duygunu. Fark etmez. Kendini güneşe çıkarabildiği, toprağını ıslatabildiği an, gelir veda zamanı. Sen zamanını, çabanı verdiğinle bir başına kalırsın. Oysa rengini de kokusunu da alır gider senin yuvandan. Evin renksiz kalmış, peh! Çokta umurunda..

    Kendine yeten herkes böyle değildir ya elbet, öyle olsa benim ne işim olur da başkalarının bahçelerine çiçek ekmekle, bunun için çabalamakla, her çiçeğe kendini özel hissettirme isteğimle. Gerçi bu oradan bakılınca benim sorunum ya, bu da başka yazının konusu olsun..

    Olacak; çaba harcadığın, ekip biçtiği, havalandırdığın, özenle bakıp büyüttüğün her çiçek değil elbette. Bazı çiçekler senin toprağındaki suya doyduğunda başka bahçelerde yeşermeye gidecek. Üzüleceksin, boyun bükecek hak etmedim diyeceksin. Zamanının ve çabanın karşılığını isteyeceksin. Hatta egona hakim olamayacak ”pişman olmalı benim toprağımda öğrendikleriyle, büyüdükleriyle başka topraklara yar olduğu için” diyeceksin.. Belki kendini buna hapsedecek, diğer çiçeklerin soluşunu göremeyeceksin..

    Bilirim, zor olacak. Pencerendeki boşluktan binalara değil de gökyüzüne bakmak. Alışmış olacaksın çünkü gözünü açtığında aldığın kokuya, gördüğün kırmızılığa. Sana düşmanca gelecek, ihanet etti diyeceksin. Belleyeceksin terk edilmenin ana dilini. İşte tam orada dur. Bastığın toprak yeni çiçeklerin anavatanı olsun bırak. Yine besle yine büyüt. Hatta bu sefer öyle besle ki gittiği toprakta yar olan, arada yad etsin eski toprağını. Belki bu acının karanfilsel kahkahalara dönüşü olur..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..MASAMDAKİ SORU İŞARETİ..

    Hayat elinizdekileri alırken aynı zamanda size başka şeyler sunar ya hani.. Ama sevdiğiniz oyuncak gidecek olduğu için yaşanan hüzünden dolayı, gelen eni oyuncağı göremezsin..

    Masamdaki kitabımın gidişiyle işte bende böyle oldum.. Halbuki yerine gelen bana öyle çok şey vadediyordu ki; müzik, paylaşılacak olan yalnızlık, huzur, sabır ve daha nicesi..

    Hayatınıza şöyle bir bakın; gidenle gelenin ne olduğuna, gidenin götürdüklerine, gelenin getirdiklerine. Mesela bu yazıyı okurken bir seçim yapmış oluyorsunuz. Peki bunu okumak için neyi yapmamayı seçtiniz?

    Mesela ben; şuan güneşli bir hava varken, sokağa kendimi atmak yerine bu yazıyı yazmayı seçtim. Bu benden neyi götürdü, D vitaminini. Yazmak bana neyi getirdi, sizi.. Terazinin ağırlığı huzurdan yana şuan için. Biraz sonra ne tarafa kayar bilemem..

    Her salise seçimler yapıyoruz, büyük olanları fazlaca düşünürken önemsiz gibi görünenleri otomatikleştiriyoruz. Peki ya hayatımızın resminde anlamlı darbeleri o küçük seçimler sayesinde oluşturuyorsak? Büyük darbeler sadece bir yanılsamadan ibaretse?

    Aklını, ruhunu ve bedenini kontrol edebilen bir adam tanımıştım. Ona bu soruları sormaya zamanım olamadansa yabancılaşmıştık tekrar. Şimdi olsa sorsam ne derdi, ya da size bunu sorduğumda ne canlandı aklınızda?

    Mesela şuan, kahve yerine çay içiyorum. Bu batıda başlattığım kelebek etkisi Karadeniz çay tarlalarında neye sebep oldu? Ya da belki de Kolombiya’da kahve üretimindeki azalışın ilk adımı mı oldu?

    Müzik dinlemek yerine sokağın seslerini duyumsuyorum, sanat camiasına darbe mi vurmuş oldum? Yoksa sokağa katkıda mı bulunmuş oldum?

    Öyle çok soru işareti var ki aklım da, ruhum bununla cebelleşirken, bedenim sadece uyku modunu aktifleştiriyor, her soru işaretinde.. Bu nokta da diyorum ki, önemli olman soru sormak mı yoksa cevabı aramanın verdiği haz mı? Belki de sadece uyumak için bahane yaratıyorum kim bilir! Ben bilmiyorum orası kesin..

    Şu sıralar sigara, kahve ve çay üçlemesini hayatımın merkezine koydum. Nefes alırken hayli zorlanıyorum. Yetmezmiş gibi spora başlamadım, göbeğim beni ele veriyor. Elbette bir de uyku var. Tüm gün yataktan çıkmadan yaşayabilirim. Peki bu bana ne kazandırıyor? Kendimden neyin acısını çıkarıyorum? Ya da kendime ne için ödül veriyorum?

    Bahar geliyor. Alerji lanetini saymazsak, ki oldum olası baharı ve yazı sevemedim, bu sene içimde garip bir kıpırtı var. Aşkın köküne toprak ve su döküyormuşum ferahlı var içimde.. Peki beni her seneden farklı hissettiren, alerjimi bile göz ardı edebilmemi sağlayan bu duygunun bana getireceği hediye tam olarak ne?

    Zaman zaman geçmişi özlüyorum. Gerçi yakın tarihlere kadar geçmişte yaşıyor sayılırdım ya neyse. Geçmişteki kahkahayı, hayatımdan gidenleri, neşeyi, hatta o zamanların hüznünü bile. Şimdilereyse sadece yaşıyorum. Akışa kendini bırakmayı yanlış anlamının verdiği yetkiyle bunu yaptığımı söyleyebilirim. Peki beni tümüyle bugünde tutamayan şey ne?

    Harekete geçmek. Hareket halinde olmak. Hareket halinde kalabilmek. Öyle kıymetli ki. Bazen ne yaptığınızı önemsemeseniz bile sadece yapmış olmak bile önemli. Peki beni hareketsiz kılan şeyler ne?

    Buradan itibaren cevaplara geçmeyi çok istesem de, yeni keşfettiğim bir sırrı paylaşmam gerek. Bazen sadece sormalı insan. Hiçbir zamansa cevabı önemsememeli. Bazense hiç sormamalı insan. Hiçbir zamansa yine cevabı önemsememeli.. Kendimi bildim bileli hep cevap aradım durdum. Neden terk edildim, neden yalan söylendi, neden kavga ediyoruz, babam neden mirasında hak talep etmiyorum, annem niye bu kadar sakin, kardeşim nasıl böyle başarılı, arkadaşlarım niye hep değişkenlik gösteriyor, ben neden amacımı bulamıyorum, niye bilinmezlik içinde böyle kayboldum. Diye diye yıllar harcadım. Sonuç! Sıfır noktası, hiçliğin kendisi cevabı aramakla, soru sormakla ilgili değilmiş meğer. Harita yolun kendisi değilmiş. Önemli olan başarmak değil, çabalamakmış. Yol manzaranın keyfine varmakla güzellik kazanıyormuş. Gideceğin yeri bilmeden yürümek sadece yürümekmiş..

    Şimdi bir dakika saygı duruşu gösterin kendinize. Evet evet, dalga geçmiyorum. Kalkın ayağa, derin bir nefes alın, bakın gökyüzüne, geçin saygı duruşuna ve sorun kendinize..

    Kendini bilmek, hayatınızın resmini yapabilmek için neye ihtiyacınız var?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..MY BİRTHDAY..

    Sevdiğiniz herkesle bol kahkahalı günleriniz olsun, dileğiyle..

    Tam olarak 28 yaşından sesleniyorum; Şu sikik günleri doya doya yaşayın. Yalancılar yalanlarına devam edecek, size hayal kırıklığı yaşatanlar hayatına devam edecek, aileniz size asla büyümüşsünüz gözüyle bakamayacak, arkadaşlarınızdan elenenler olacak bir o kadar da yeni gelenler, yeniden aşık olacaksınız, yeniden sevebileceksiniz. Tabi bunlar devamında yeni hayal kırıklıkları, yeni yaralar, yeni umutsuzluklar, yeniden nükseden bir depresyon olarak size geri dönebilir. Aman dikkat, yıldızlar uyarıyor..

    Yazdıklarım, yaşadıklarımdı. Yaşadıklarımsa yazdıklarımın bir bedeli. Hayatının amacını bulamamış insanın  kaybolmaya mahkum olduğunu, yolumu hiç bulamayarak tattım. Şimdilerde zırva gelen ”akışa kendini bırakmak” olayını aslında yıllarca yaşamışım. İlkokulda içinde olduğum halk oyunları, lisedeyken staj yaptığım anaokulu ve dershane, üniversitenin 4 yılındaysa iş, okul, dernekler ve topluluklar hayatımın akışına yön vermiş bense kendimi tam olarak onlara göre planlamışım. Üniversiteyi yedi yıl okuduğumu göz önüne alırsak, ki son senesi pandemiye denk geldi, bu seferde direksiyona depresyonum geçmiş. Ben kayboldum sanmışım. Oysa bana yön veren bir hayat yaşamışım. Kendi yolumu inşa etiğim bir hayat mı yaşadım, evet. Bu inşa edilen yapı yamuk mu, evet. Bundan memnun muyum, kısmen. Böyle devam etmek istiyor muyum, hayır..

    Tatlı bir göbüşüm var şuan onun için ve pek tabi sağlığım için spora başlıyorum. Müziğe, aslında sanata olan hayranlığım dans etmek ve dinlemekten öteye geçmeli artık, kemanımı yeniden alıyorum elime. Şimdilik 3 tane köpek annesiyim, onların mamaları ve bakımları için, sokaktaki kankaları için işe geri dönüyorum. Bana hayal kırıklıkları, yalanlar, öfke nöbetleri, midede kıpırtılı uyarı yaratan aşktan ve şüphe uyandıranlardan, kısaca hatalığı tetikleyenlerden arınıyorum ve bana sevgisini koşulsuz sunan aileme, haklılığım kadar haksızlığımı da dürüstçe söyleyebilen dostlarıma ve elbette kalbimdeki cıvıltıya yol açan aşka yüzümü geri dönüyorum..

    Buraya kadar olan kısım hayatın pembesi. Şimdi yüzümüzü dönme cesareti gösterebileceğimiz karanlığa gelelim: kırgınlıklar yaşasam da, haksızlığa uğrasam da, ağlasam da günlerce, yalnız ve çaresiz hissedeceğim, kabuğumu kırmak için hayattan alacağım o sert darbelere de, hayatın yaşattığı yetmezmiş gibi bir de duymak zorunda bıraktığı gerçeklere de yüzümü dönüyorum elbet..

    Vereceğiniz savaşlar bitmeyecek, hastalıklar, ölümler, ayrılıklar, terk edilişler. Bunun yanında dünyadan gelecek olan olumsuz haberler; iklim sorunları, ekonominin kötüye gidişi, salgınlar, ülkeler arasında olan sanki eski sevgilisini ayrılır ayrılmaz yeni biriyle görmüş olma gerginlikleri, insanların zulmü. Kalpte travma yaşatacak her şey yanında panzehiriyle gelecektir. Yeter ki onu  isteyip istemediğinden emin ol..

    Hayat yaşlıların sonunu bildiği, gençlerinse heyecanla beklediği bir dize sürprizlerle dolu. Tadını çıkarman dileğiyle..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..28 YAŞ MUCİZESİ..

    İlk 4 yılı Sakarya. Dört-altı yaş arası baba özlemi. Altı yaşından 17 yaşına kadar geçen Nazilli serüveni. On yedi-Yirmi dört arası Seydişehir Harikalar Diyarı. Yirmi dört-yirmi sekiz Ege’ye geri dönüş, sevgili İzmir. Tabi Yirmi ve yirmi sekiz yaş arası asıl hikayeyi yazmaya başladığım Denizli sürgünlüğü.. 

    İçindekiler kısmını tamamladık. Şimdi gelelim prensesimizin 28 yılına.. ”Bir ben var, benden içeri, benden öte, benden ziyade” demiş Yunus Emre..

     Bir ben dediğim kısım ilk 17 yılı kapsıyor. Kendini düşünen, sevgisini belli etmeyi bilmeyen, hayata kinli, insanlara kibirli, ailesine kafa tutan, sosyal bağlarının kuvvetini dayanağı edinmiş, okulla barışamayan, sınavda kağıtları çizmek için kullanan, travmatik huylar edinmiş, kendine dokundurtmayan, enerjisi dünyayı ısıtacak, etrafa neşe saçan, sporda başarılı, okulda ittirmeyle geçen, yazmayı ve okumayı geç öğrenen, önceleri hikayeleri babasına yazdıran, annesinin kanatlarına sığınan, kendini bilmez bir huysuz..

    Benden içeriyi keşfetmeye başladığında yirmili yaşlara gelmişti. Aşık olduğunu sandığı, Üniversite hayatının anlamını yeniden yazacak adımlar atan, birbirinden bağımsız dağınık bir arkadaş grubu kuran, bilgisayar oyunları yüzünden 8 dersi gözü kapalı bırakan, asi, kendim hallederimlerin başkomutanı, agresif, stresli, kendine ait olmayan her olayın merkez noktası, telefonunu ters çevirip sessizce alacak kadar olayların aranan yüzü, söylenenlerin hep daha fazlasını yapmış olan, terk edilmelerle yeniden karşılaşan, tehditkar, uslanmaz, hatalarını daha büyük hatalarla düzelten. Birikim yaptığı şeyler; sinir, stres, hayal kırıklığı olan. Ölümün kelime anlamı dışındaki yüzüyle tanışan, kendine hayat çizmeye yeminler edip ertesi güne hiçbir şey olmamış gibi uyanan, yine de genel hatlarıyla batıran.

    Benden öte kısmı; en sevdiği kısım bu olabilir. Yirmi dört yaşların başı. Sokağının aranılan yüzü, arkadaşlarının dert ortağı, neşe ve kahkahanın kıvılcımı, sözde edindiği tecrübelerle hayatına ve yaşanılan olaylara yön verdiğini sanan, sevgililikte yaşadığı hayal kırıklığının toplamı nedeniyle yanlış olana olan aşkı (muhtemelen bunun çocukluğuyla da ilgisi var), hastalıklar nedeniyle ölümden dönüp hayatını yeniden revize edeceğini söyleyip sürekli aynı döngüde kalma, doğru olanı yanında tutmaya çalışırken hataları ve bastırılmışlıklar yüzünden yanlış anlaşılan, depresyonla tanışan, annesini anlamaya başlayan, anksiyete ataklarını astım krizi sanan, çatık kaşlı hale evrilme, yokuş tırmanacak tırmandıkça haplarla yakın temasa geçmesi, insanlara defalarca şans veren, kendine acımasızlık eden, suçluluk duygusuyla çırpınan, kardeşine ablalık yapmak yerine başkalarına annelik yapan, ailesinden uzaklaştıkça cehenneme yaklaşan, suçlu arayan, kavga eden, doğruyu göstermeye çabalarken sadece anlaşılmadığıyla ve yanlışlarıyla yapayalnız kalan..

    Benden ziyade; ahhh sevgili 27 yaş. Yalancıları senelerce beslediğini görmek, haksızlığa boyun eğdiğini fark eden, ilaçlarla doktorların yolunu aşındıran, ailesini daha iyi anlayan, geç kalınmışlık hissiyle kavrulan, depresyona önce teslim olup sonra onunla yakından tanışan, her anne kendi evladının cennetiymiş olayını daha iyi kavrayan, baba sırtını dayayacağın tek çınar, kardeşse hayatının yegane anlamıymış durumunu fark eden, aşkı ve dostluğu kısaca kavramları nasıl yanlış nitelendirdiğini yeni yeni anlayan, öfkesinin ve kızgınlığının altında yatan hayal kırklığı ve sevilmeye ihtiyacı olan o minnoş kızla yeni tanışan, elini dokundurduğu her şeyi bahar bahçe yapan bunu yeni yeni anlayan, aşkta ve dostlukta herkese verilemeyecek kadar değerli bir saygınlık ve sadakate sahip olduğunu gören, herkesin sevgiyle iyileşemeyeceğini fark eden, sevginin saygının ve neşenin hak edenlere verilmesi gerektiğini keşfeden, hatasını kabul etsen bile herkese bunu söylememesi gerektiğini, en sevdiklerinin salakça yalanlarını ve ihanetlerini yakalayan kısaca büyümeyi beklerken çocuklaşan, huyu suyu ve gönlü güzel sevgili prenses..

    Önceleri genelev kapısında elinde çiçekle bekleyen sarı çizmeli Mehmet Ağa heyecanıyla hayata safça bakarken, özgürlüğün pezevengin elinde olduğunu öğrendiğinde orayı basıp gidip özgürlüğü alan. Yolu taşlı, hem derdi hem dermanı insancıklarda olan, aşka aşık, dostluklara hayran, yaşamın kıymetini hiçlikte bulan, önemli olanın cevap bulmak değil doğru soruyu sormak olduğunu anlayan, kavram karmaşasından kurtulan, doğruyu avazı çıktıkça savunan, biriktiği en kıymetli şeyin sevilmek olduğunu hisseden, onaylanma ve taktir edilmenin keyfini çıkaran, sesiyle büyüleyen, duruşuyla keyiflendiren, yeni yaşına yeniliklerle giren. Kaybettiğini sandığı maceracı ruhunu o küçük kızda bulan, hayattan saklanmayı bırakı çektiği otostopla yeni hikayelere yol alma cesareti gösteren sevgili kendim. Yeni yaşın kutlu olsun İyi ki doğdun..

    ..SANA, SEVGİLERİMLE..

  • ..KNOW THYSELF..

    Kaçıncı uykusuzluk dolu gece bilmiyordu. Gözlerinin altından okuyabileceğiz kadar uzun diyebilir. Akıl, beden, ruh üçlemesi onun için Bermuda şeytan üçgeni olmuştu. Üçünün arasındaki çukurda çürümeye başlayan bir hayatın gönüllü vodvil oyuncusuydu, kendi tabiriyle..
    Şu küçük dünyada herkes öyle incitilmiş, öyle yanlış yerlerde bulunmuş ki, zavallı hüzünlü ruhlar müzesine dönmüş bir sokağın ev sahibiydi.. İsmini bilmediği kim varsa onların bile acısının tadını alabiliyordu artık.. Aklı uzay boşluğunda sürükleniyor, ruhu kendini zincire vurmuş, bedeniyse bu iki efendisine itaat etmeyi bırakmıştı..
    Ceketini aldı, aklına ve bedenine anlık hükmetti ve kendini sokağa attı. Kaldırıma ayak bastığı an kendini esir gibi hissetti. Sanki o küçük taş topluluğu toplumun hapishanesiydi. Ama onca aptal bunu anlamak yerine, hapishanelerinin yörüngesinde telaşla bir yerlere yetişmeye çalışıyordu.. Duraksadı ve bir süre etrafı izledi. Onca aptalın normal görünmesi onu bir hayli şaşırtmıştı.. Ceketinin cebinden sigarasına uzandı. Ezilmiş birkaç dal arasından birine şans tanıdı ve dudaklarıyla randevuya çıkardı. Ağır denilebilecek adımlarla yürümeye başladı. Aklı sürüklendiği boşluktan yavaş yavaş yeryüzüne doğru yaklaşmaya başladı bu süreçte.. Ruhu zincirlerden sıkılsa daha hala olduğu yerde sessizce bekliyordu. Bedeni itaatsiz bir aylak olarak yoluna devam ediyordu..
    İlkelliğin atası sayılacak olan koku duyusu onu bir anda tetikledi. Donakaldı olduğu yerde, kafasını çevirdiğinde küçük bir kahve dükkanı gördü. İçeri girdi. Eski alışkanlığı geldi aklına. Uzun zaman sonra,  ağ bağlamış yüz kaslarında bir oynama oldu, hafif bir gülümsemeyle aldı kahvesini ve devam etti yoluna. Kulağına isabet eden ses dalgasıyla kafasını kahve bardağından kaldırdı. Gördüğü kişiyi daha önceden tanıyor muydu? Kendini zorlasa da hatırladığı şey kişinin yüzü değil, onda uyandırdığı açlık duygusu oldu. Hemen oracıkta bir pilavcıya girdi. Gülümsemesi milimetrik artış göstermişti. Ruhunda garip bir kıpırtı olduğunu hissetti. Aklı onunla konuşmaya başladı. Bedeni hücrelerine haz hissiyatı için köprü kurmaya başlamıştı..
    Açlığı geçtiği gibi olduğu yerden kalktı. Yürümeye devam etti. Işıklarda beklerken aklına neden sokağa çıktığı sorusu geldi. Düşündü. Tam 3 yeşil ışık süresi geçti. Bir türlü cevap bulamadı. Nefes aralıkları azalmaya başladı düşündükçe. Kalbi bando takımı kurmuş gibiydi. Birinin koluna dokunmasıyla ayaklarının bastığı yeri hissetti. İyi olduğunu söyleyerek, karşı kaldırıma doğru yürümeye devam etti..
    Evine dönme hissi, uykuya geçme düşüncesiyle bedenini yuvasına doğrulttu. Ruhunun aynı sokaklarda gezindiğini anladığında evine varmıştı. Acele bir tavırla kapısını açı, ceketini fırlattı, kapıya sırtını dayayarak olduğu yöne çömeldi. Haykırırcasına ağlamaya başladı. Bunca zamandır, ilk kez yüzü yıkanıyordu..
    ”BEN KENDİ HİKAYEME NELER YAZMIŞIM BÖYLE” diye bağıra bağıra ağlamaya devam etti. Uykusuzluktan kurumaya yüz tutmuş gözleri, yaşlarla yeniden filiz vermeye başlayan bir ormana dönüşmeye başladı. Gidebildiği kadar geriye gitti, aklında. Ruhunda zincire yer açan anlara, aklını yitirmeye başladığı günlere, bedenini sandalyeye mahkum ettiği zamanlara.. Bu şeytan üçgeni onu ne zamandan beri içine almıştı! Hepsine tek tek cevap verdi. Ayaklarının uyuşukluğunu hissetti. Aklının cevaba ihtiyacı olmadığını anladı. Ruhunun cılız sessine kulak veremeyişini duydu..
    Zihni aynılığını, bedeni tembelliğini, ruhu bezginliğini keşfetti. Fikirlerinin, duyularının ve duygularının yerini keder alıkoymuştu.. Sıradan hayatın dehşet verici yönünü rotası yapmıştı. Sıradan bir gün, sıradan yemek yeme alışkanlığı, sıradanlaşan ve tadını yitiren kahvesi ve sigarası. İnsan karaltısının bu sıradanlığı, hayatlarında olanın kalıcılığını istediği içi yaptığını anladı. Sadece bunu değil, bu sıradanlığa evet dediğini de anladı. Hani şarkıda diyor ya ”beni bana yar etmezler, tutuşurum ama alevimi fark etmezler” diye. Tam olarak hayatının geldiği nokta buydu..
    Gözlerini avuçlarıyla sildi, hırkasının kolunu tuttu sonra avuç içleriyle ve burnunu koluyla temizledi. Yalpalayarak doğruldu. Aksak adımlarla mutfağa gidip su koydu. Suyun kaynayışındaki anlama daldı. Buharın yüzüne temasıyla silkelendi, bardağına her zamankinden farklı bir şekilde 1,5 kaşık değil bu sefer 3 kaşık kahve attı.. Ayaklarındaki karıncalar verdiği hisleri geri almıştı ki odaya doğru emin adımlarla ilerledi. Yeri hissetti. Kahvenin anımsatan kokusunu da. Sandalyeyi çekti, sigarasına uzandı. Oturacakken sandalyeyi yere fırlattı. Balkona doğru yöneldi. Güneşten ayrılalı hayli zaman olmuştu, yabancıydı artık güneşli havaya. Yine de bedenini güneşe teslim ederek oturdu balkonuna. Etrafta kaldırımın üstünde koşuşturan, sokakta birbirlerine kornayla tacizde bulunan ismini bilmedi insancıkların telaşıyla daldı gitti günün içinde..
    Gülümsemesi dişlerine ışıltı kazandıracak kadar genişledi. Aklı, ruhu ve bedeni rüzgarın maestro olduğu bir doğa orkestrasının akışına kapıldı.. Şuracıkta ölümün hazzına varabilirdi artık..
    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..BOBBY FISCHER SATRANCI..

    Hayatınızın amacı tam olarak ne? Onu gerçekleştirdiniz mi? Gerçekleştirme yolunda mısınız?

    Bobby Fischer, kendisi satranç ustası. Google’yın, çünkü konumuz onun biyografisinden örneklerle fakat farklı bir yönde ilerleyecek. Kişisel gelişimcilere kalırsa başarmak, hedefler koymak, hayaller kurmak derken bu durumları bambaşka yönlerde ele alıyorlar. Kısaca osur osur osur ipe diz. Kime inandığınızsa sizin yörüngenizi belirliyor..

    Kimisi yaş geçmeden adım atın diyor, kimisi yaş geçse de ilerleme kaydedebilirsiniz diyor. Tek ortak noktaları ilerleme konusunda hem fikir olmaları.. Siz peki, siz ne düşünüyorsunuz?

    Bobby, hayatını satranca bağlamış ve büyük başarılara imza atmış. Lakin bir süre sonra bu durum paranoyalarını tetiklemiş ve hayat amacını gerçekleştiren birinin elinde sadece asperger sendromu ve paranoyaları kalmış..

    Yaşın önemi var mı, inzivaya çekilmek önemli mi mesela?

    Hayat amacımı hala bulamadım, kalbimim sesi cılız, inzivanınsa bokunu çıkardım. Yazmak dışında rutine bağladığım 7 şey var; uyanmak, kahvaltı yapmak, kahvemi almak, yazımı yazmak, herhangi bir şeyi izlemeye dalıp gitmek, gün bitiminde oyun oynamak, uyumak.. Halbuki yapmayı istediğim 7 şey bunlardan çooook daha farklı. Neden mi yapmıyorum, çünkü inzivadayım..

    Öylece beklemek daha kolay. Hayat akıp gitsin bense suya sadece ayaklarımı sokayım istiyorum. Bugün izlediğim başka video da ne olursa olsun hareket et, inziva kandırmaca diyor. Yahu bir karar verin be kardeşim.. Herkesin bir öğretisi var. 

    Bobby’e dönelim. O yıllar sonra oyunu öyle hale getiriyor ki kurallarını değiştirip yeniden oynamak istiyor. İşte hayat amacının körelten tarafı. Eğer tek bir amacınız varsa ve onu gerçekleştirirseniz sonunuzun pek farklı olacağını sanmıyorum. Her öğretiyi denedim diyemem. Fakat Bobby’nin son hamlesi dikkat çekici. Mesela bizde öyle yapsak. Kuralları yıksak, yeniden yazsak..

    İnziva olayının saçmalık olduğuna aylardır inzivada olan biri olarak hak veriyorum. En azından aşırı konfor alışkanlığı yaratıyor. Benim gibi bağımlılık eşiği düşük olanlar için gayet tehlikeli bir hal aslında.. Düşündüm, düşündüm, düşündüm.. Baktım, araştırdım, dinledim, anlamaya gayret ettim. Şimdi gelelim amacın nasıl bulunacağına ve ve bağımlılık eşiği düşük olanların bunu hayatında nasıl sürekli hale getireceğine. Ki eşiği düşük olanlar durumu tersine çevirince çok daha kolay adapte olacaktır..

    Bir Japon öğretisine göre; severek yapabileceğin+ dünyaya faydası olan+ iyi(yetenekli) olduğun+ para kazandıran= İKİGAİ(hayat amacı) diyerek parçalara ayırdıkları bütünü oluşturan öğretiyi iyice düşündüm. Yazmayı çok seviyorum, hiç para kaygım olmadan hem de. İlk 3 seçeneği kapsasa da para olayından dolayı bunu eledik. Garsonluğunsa dünyaya değil, sadece müşterilere faydası var. Geriye arta kalan şeyler her neyse işte ben tam olarak oyum..

    Tam olarak dördünü bir araya getirecek şey ne benim için bilmiyorum. Bulamıyorum. İşte burada motivasyon ve kişisel gelişimcilere değineceğiz. Sürekli hareket halinde olmak, yolu bulmanın ilki. Sonrası kendiliğinden gelecek. Gelmeli. Peki beni adım atmaktan alıkoyan şey tam olarak ne? Korku mu, kaygı mı. Belki depresyonun başları olsa buna evet diyebilirdim. Şimdilerdeyse amaçsızlık diye 12’den vuracağım tahtayı..

    İnziva çukurundan, stres sokağına sollama yapmak istiyorum.. Bunca cümlenin ezici üstünlüğünün ortaya koyduğu hareket etme eylemi için şimdi sırada kendimi sokağa atmak var..

    Bir an için düşünün isterim; amacınızı, amacınıza giderken attığınız adımları. Kabuğunuzu kıracak kadar cesur musunuz?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • .SENDROMSUZ PAZARTESİ..

    İşe gitme telaşım yok, kitap okumak alışkanlığım sıfıra indiği için okuma telaşım yok, bir yere yetişme telaşım yok, kahvaltı için acelem yok, yazmak için zaman kısıtlamam yok, hayata erken başlamak için kaygım yok..

    Sahi olmalı mı bu kaygı, telaş, koşuşturma?

    Çalışırken, hayatımı zaman yönetiyordu. Şuan sadece aylaklık var hayatımda. Biyolojik yaşım 25 Martta 28 yaşına giriyor. Bense her geçen gün daha da gailesiz bir hal aldım.  Şuan, güne 9 gibi başlayanlar öğle yemeğini yerken ben daha yeni kahvaltı yapıyorum mesela. Akıp giden hayatın aksine kahvemi yudumlayıp yazımı yaşıyorum..

    Yahu ben bu hayattan artık ne istiyorum?

    Fiyakalı ama aptal, enerjik ama hoyrat, samimi ama dengesiz bir ruh hali içinde çırpınıyorum. Olduğum yerde hayatın akışı değişsin diye bekliyorum. Bravo gerizekalı..

    Aylaklığa alışmadan, hayata tutunmayı öğrenmem gerekiyor. Ama nasıl? Cevaplar göz önünde beyaz uçak misali geçip gidiyor değil mi! Kalk yürüyüş yap, spora başla, bir işe gir, yazmaya devam et, hobi edin. Yani kısaca kaldır götünü, bir adım at. Bu kadar basit..

    Aylaklık beni bugüne değin telaştan, kaygıdan, sorumluluk almaktan korumuştu. Şimdiyse beni yoğun bir karmaşaya sokuyor. Keman kutusundan uzakta melül melül yüzüme bakıyor, kitaplar beni beklemekten toz bağladı, ailem şehir dışında özlemenin anlamını yeniden yazdı,  hayat akıp gitmemi bekliyor, ödenmeyi bekleyenlerse cabası, uzaktaki dostlarım neredeyse yüzümü unutacak. Bense işte penceremin önünde, yıllar evvel ”donup kalmış pencerelerle hayata bakan birine, hayatın rengini anlatmak ne zor” dediğim o pencerenin önünde oturmuş baharın gelişini bekliyorum..

    Hayat benden ne bekliyor?

    Küçükken iyi insan olmanın bir meslek olduğunu sanıp ve hep iyi insan olmak istediğimi söylerdim. Kahkaha ve kıvılcımın neşesiyim benim vizyonum derdim. Geldiğim dünyaya iz bırakacağım noktanın bu olduğunu düşünürdüm. Şimdiyse o nokta cümlelerimi kurmadan bitirmeye sebep oluyor. Neşe ve kahkaha yerini depresyon ve anksiyeteye bıraktı. Ruhsuz, plansız, yattığı yerden kalkmak istemeyen bir insana dönüştüm. Gerçi şuan durum biraz daha iç açıcı. Şuan kahvemi yudumlarken etrafa göz kırpıyorum, kahkaha atmasam da gülümsetebiliyorum. Ruhumun cenazesi kalktı yine de mezarındaki çiçekler aptallara baharın gelişini müjdeliyor..

    Saat 13.48 işi gücü olanlar stres yüklü koşuşturma içinde. Bense yazıyı bitirip, duş keyfi yapıp, kahvemle balkonda güneşin vücuduma vitamin aktarmasını bekleyeceğim. Hava aşıklar için tam cilveleşmelik. Yalnızlar içinse kulaklığı takıp yürüyüş yapmaya müsait. Benim içinse hava; sorumluluklarımdan kahvaltı yaparak uzaklaştığım, kahvemi yudumlarken duyduğum sendromsuz bir pazartesinin ayak seslerinden ibaret..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..GÜNAYDIN MONŞER..

    Tabiatımla ters düşmüştüm. Çok uzun zaman önce..

    Kendinizi en yorgun hissettiğiniz ana götürün. Pes etmenin vazgeçmenin doruklara çıktığı o ana.. Tam olarak ne yapmıştınız? Yorganı tepeye kadar çekmek, kendini dışarıya vurmak, belki umursamamak, belki kedere gömülmek. Tam olarak ne yaptınız? Geriye mi takılı kaldınız ya da önünüze mi baktınız?

    Ben kendimi bu noktada 3’e ayırarak düşünüyorum; 17’li yaşlarımda kanımın deli aktığı, her şeye karşı duracak cesareti bulduğum ve pes emenin lügatimde olmadığı anlar. 23’lü yaşlarımda karar mekanizmamın sıfırda olduğu, sorumluluklarımın olmadığı (hayata dair sorumluluklarım olsa bile almadığım diyelim), heveslerin kurbanı hayallerin katili olunduğu ve vazgeçmeye ramak kalınan o anlar. Ve son olarak 27 yaş laneti.. Hayatın sorumlulukları altında omzun çöktüğü, hesapsız harcamaların yaşandığı, amaçsızlığın gırtlağa yapıştığı, anksiyetenin tavan yaptığı, rotanın belirlenemediği, geçmişin su üstüne çıkardıklarıyla mücadele edildiği, verilen çabanın karşılığında sadece elde yorgunluğun kaldığı şu sevgili yaş.. Hayatın virajını ya alacaksın, ya toslayacaksın. Her iki durumda da öğrenmen gereken şeyler olacak. En önemlisi geç kalmışlığın sızısını hep hissedeceksin. Aşka, arkadaşlığa, hayata. Elbette zaman sadece rakamsal, toplum düzeni dışında pek bir önemi yok. Yine yaşadığın hayata uyum için uyman gereken kurallardan biri de zamana ayak uydurmak..

    Son 3 yıl içinde ilerlemeye kaydettiğim çok şey var. Yine de artık bunlar yetmemeye başladı. Başlarda hayatta olmanın önemi yokken, şimdi hayatı yönlendirememenin sıkıntısını yaşıyorum.. Aslında not aldığım ”yapmak istediklerim” listesine bakıyorum: Mezun oldum, ehliyetimi aldım, iyileşme kaydettim, istediğim kitaplarımı aldım..

    Peki şimdi?

    Elimde yapacak şeyler birikse bile nereden başlayacağım düşüncesi beni sadece oturmaya itiyor. ”Kalk kızım o zaman bir tek adım at” dediğinizi duyar gibiyim. Ya da sanrılar yeniden başladı. Her iki durumda da söylenmesi gereken bu nasılsa. Adım atsam bile, öyle küçük adım ki bunlar beni pek doyurmuyor. Hatta hiç doyurmuyor..

    Mesela saat şuan 13.00 yazının bitiminden itibaren, yapacak başka şeyler bulabilecekken beni uyumayı düşünüyorum..

    İşte tam bu noktada, bu isteksizlik halinde sen olsan ne yapardın?

    Aylaklığa devam mı ederdin, yoksa mideni bulandıracak bile olsa kendini inadına zorlar mıydın?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..GEÇEMİYORUM ANKSİYETE KÖPRÜSÜNDEN..

    Daha doğduğu anda reddedilenler, hayat boyu kovulanlar buna bir süre sonra alışırlar. Sadece bir an gelir ve feleğin çemberindeki virajı alamazlar.. Kendilerini umutsuzluğun pençelerine yem ederler.. Lakin bunca kovuluşa rağmen inananlar için hep bir Nuh’un Gemisi vardır, gelecek olan. İsmail abi umudu.. 

    Bir kitapta okumuştum, depresyona girme ihtimaliniz 9’da 1 diyordu.. Oysa sokağımda bu anket yapılmış olsaydı eminim ihtimaller terazisi baya bir şaşardı..

    Travmaların kökenine dair bazı araştırmalar yaptım. Çocukluk çağı, aile, sosyo-kültürel yaşam, coğrafya, hatta size alfabeyi öğreten öğretmeninizin bile bunda bir parmağı var. Hayatımızın çarkına en başka atılan çentiklerle ilerleyen süreçlerde karşılaşıyor, buna duygusal olarak ”dünyanın derdi ben miyim” umutsuzluğuyla karşılık versek dahi aslında içten içe kendimizi bu hüzünlü palyaço rolünde güvende hissediyoruz.. Mesela duygular, düşünceler öyle köklü bir hale geliyor ki yetişkinlik çağında içtiğin kahveyi beğenip beğenmemeni bile onlar belirliyor. Sonra sende kendi kendine ”ulan ben 6 ay asker yolu beklemişim, bunları hak edecek ne yaptım sana”larla ilişkilerini sorgulayıp kendine zulüm ediyorsun. Biride çıkıp demiyor ki, kardeşim senin annen 15 ay asker yolu beklemiş o bunları hak mı etti sanki diye..

    İçtiğin kahveden, yaşadığın ilişkiler sorununa kadar her şeyin altına imzasını atan çocukluğuna burada inemem sevgili dostum. Keza kardeşim psikolog çok istersen ondan randevunu al, git ve hayatın seni mimlediği konuları ondan dinle..

    Bugün Freud’un asabi yönüyle güne başladım. Beni Pavlov’un köpeğine dönüştüren hayata karşı, ya da travmalarımıza karşı, sövgü dolu bir gün geçirmeye adeta yeminliyim.. Doğruluğuyla ilgilenmediğim, gerçekliğini yaşadığım bazı olayları benim dışımda yaşayanlarla bezendirip aktaracağım bugün. Bakalım gerçekten özgür irademizle mi küfür ediyoruz, yoksa bu sadece bize öğretilen bir konuşma şekli mi?

    Ben 4 yaşlarındayken babam askere gitmiş. Kahrolası sistemin buyruğu. O yaştaki çocuğa bunu yaşatırsan ilerde neden anarşist olduğunu, babasına bile başkaldırışının sebebini sorgulamak kimin haddine düşer ki. Ha bir de bağlanma türlerinden kendine kaygılı bağlanmayı seçer ve tüm ilişkilerini bunun üstüne kurar. ”Nasılsa insanlar bir gün gidecek, sen yine de çok sev, ama gitmeleri için elinden geleni ya” inancını yerleştirir hayatına. Ailesi de onun turşusunu kursun sonraki yaşamda..

    Başarılı bir dansçıyken yakalandığım astım hastalığı. Yahu o zamanlar dünya pekte kirli değil, çık dışarı çek içine mis gibi havayı, neyine tıkanıp kalıyorsun ki. Sonra sırf hastalığın hayatı iptal etmesinden korktuğu için ancak Azrail kapıya gelince acile gider tabi bu kız..

    ”Sen güçlüsün, sevecensin, halledersin, sempatiksin” gibi itemleri yükle. Sonra yaşanılan her olayda kendi ayakları üzerinde durabileceğine inanan, yardım istemeyi bilmeyen, bunu zayıflık sanan, biri çiçek aldığında sert bakışlar atıp ‘ben kendime alabilirdim’ diye çıkışan bir yetişkin oluversin..

    Ayyyy, şiştim şimdiden.. Sen kendine değer ve kırmızı çizgi diye alanlar belirlediğini sanadur, bunlar toplumun ya seni ötekileştirmek ya da kendinden biri yapmak için sana dayattığı sahte nitelikler olmaktan öteye gitmeyecek küçük adam..

    Tam bir fiyasko ürünüyüz. Karşıyı suçla, yaptıklarının sorumluluklarını asla alma, ben böyleyimlerle insanlara kendini kötü hissettir, olduğun ve olmayı istediğin karakter arasında yalpalayarak yürürken elli aleme çelme tak ve devam et..

    Sırf kendinizle yüzleşirken derin bir nefes alıp kendinizi yalnız hissetmeyin diye kısmen kısımlarımı itin götüne soktuğuma göre, şimdi onu geri çıkarıp size dönelim. Farkındalığınız ne durumda, kendinizle aranız nasıl, yaptıklarınızın nedenini hiç düşündünüz mü mesela?

    Son birkaç günde çaresizlik, yetersizlik, değersizlik hislerinin uğrağı olarak uyandım. Doktorlarla konuştum, ilaçlarımı değiştirdiler sağ olsunlar, bendeki melankolinin ve bipolarlığın kökenini düşündüm biraz. Hasta olmanın keyifli yanı size daima çorba yapmaya hazır birilerinin olmasıyken, bu lanetli hastalıkların kötü tarafı çorba yapacak kimsem yok dedirtmesi.. Etraf ıssız gelir, her şey şuan okuduğunuz yazıdaki gibi karmaşa içerir. Kederin ve kaosun ortasında kendinizi aramaya çabalarsınız, ama fırtına sizi hep başlangıç noktasına fırlatır..

    Anlamlandıramazsınız, bu başlangıcın kör noktasıdır. Boğulursunuz, kabınıza sığamazsınız, ayağınızı sallamaktan alıkoyamazsınız kendinizi. VEEEEEEE. Hoş geldin anksiyete ve depresyon, görünen o ki yetersizlik ve değersizlik hissi yine birini bünyesine kazandırdı..

    Karmaşa dolu bu yazı ve hayattan bir adım öteye geçelim şimdi.. Eğer o adımı atmazsan, yazıyı okumaya devam etmezsen sadece anlamsızlık ve boğulma hissiyle kalakalırsın. Bir de bunun üstüne beynin tamamlama işlevini gerçekleştiremediği için seni zorlar, işler daha da içinden çıkılmaz bir hal alır. Oyunu yanlış oynayabilirsin, labirentte kaybolabilir hatta orayı yerle bir etmeyi düşlersin, bazen çıkışı bulamayabilirsin mesela. Koşuşturmak, kararsızlığın ve belirsizliğin nefes kesen güzelliğine aldanmak sana tırnaklarını yedirebilir. Buna hayati bir iflas gözüyle bakabilirsin..

    Köprünün tam ortasına gel, gelmelisin. Önce sağına sonra soluna bak. Köprünün ne tarafı çıkış, ne tarafı giriş. Görmek için kendine zorlama. Köprünün altından akıp giden suya bak sonra. Elini cebine at. Orada yazılı olan travmalarını, yanlışlarını, suçluluğunu, yetersizliğini ver ateşe. Yandan çarıklı bir gülüş at. İşte bundan sonra ister uzan gökyüzüne bak, ister otur öylece. İster düşün çıkışın ve girişin köprünün ne tarafında olduğunu, istersen sadece adım at.. Shakespeare’le, Nazım Hikmet’le, Da Vinci’yle; Aynı zamanda batıranlarla, adını hiç duymadıklarınla, seni sen yapan ama tanımadıklarınla, bağımlılarla aynı yeryüzünü ve gökyüzünü paylaştığını unutma..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..ÇÖPE GİDİYOR..

    Batırdığınız anları düşünelim. Belki bir iş, belki arkadaşlık ya da aşk hikayesi. Gerçi hepsinde batırış hikayesi  olanların daha şanslı olduğunu düşünüyorum..

    Benim batırma hikayem başlayamamamdan kaynaklı oldu genelde. Çoğu zaman da bitirmeyi beceremememden..

    Mesela şarkı söylemek, keyif aldığım ilk 5 şey arasında. Ama hangi tondan daha rahat söylerim düşüncesine dalar ve o keyfi ortadan kaldırırım. Yazmak mesela, sadece keyif almakla kalmıyorum sevmenin tadını da alıyorum. Gelgelelim bazen ilaçlar yüzünden, bazen duygu durum bozukluğumdan, bazense sadece sebepsizlikten kaynaklı ne yazacağımı bilmem klavye başında mal gibi otururum sonra. Konuşmak; ah benim zevzek yanım hiç durmaz başlayınca. kimi zaman saçmalarım, çoğu zaman anlatmanın hazzına düşerim unuturum es vermem gerektiğini. Bazense lal olduğumu sanacak kadar sessizliğe gömülürüm, ne desem ne yapsam diye düşünmekten. Ve sevgili anksiyete, depresyon, bipolardan oluşan drama üçgenim. Kendileriyle kavga dövüş derken bir yol izleme konusunda anlaşma yaptık yakın zamanlarda. Bazense koalisyon kurup sinsice kontrolü ele alıyorlar, işte o an da yüzümü güzel şeylere dönmüş olmam anlamını yitiriverir, tanıyacağınız en keyifsiz ruh emicilerden birine dönüşüveririm..

    Uzun zamandır kitap okumuyorum, bunun gerçekliğiyle yaşamak yeterince kızdırıyor. Yemek düzenim altüst. Sporu bırakım, yani artık köprü kuramıyorum. Yürüyüşe çıkmayı bıraktım, bu da beslendiğim malzemeden uzak kaldığım anlamına geliyor, yani insanlardan, yani, yazmakta zorlanıyorum. Doktorlarımı kızdırdım biraz, bu yüzden olsa gerek artık beynimi uyuşturmak onların tek çözümü. Kızgın değilim onlara, hak veriyorum da. Aylarını harca, iyileşmeye direnen bir hasta gelsin karşına ”ne ilaç ne siz beni başa dönmekten alıkoyamıyorsunuz” desin. Gerçi intihar etmemden korktukları için de uyutmayı seçmiş olabilirler, emin değilim..

    Benim batırmalarım meşhurdur. Genelde hikayelerimin temelini oluşturan konuda budur zaten. Yani kötü hayatların iyi hikayeleri oluyor diyelim. Terazinin dengesi böyle sağlanıyor. Yaşadıklarımı yazabilmem, yazdıklarımı yaşayabilmem için bir yerden vermeliyim. Alabilmenin yarısı bu değil midir zaten..

    Fikirlerim dağınık, yapmak istediklerim uykusuz gecelerden ibaretken yaptıklarım arasında sadece uyumak var. Hem her şey olsun istiyorum, hem de aylaklık ediyorum. Beynimi sokağınız gibi düşünün; esnafın dükkanları sürekli açık, apartmanların ışıkları hep açık, trafik hiç durmuyor, sesler birbirine girmiş durumda, sizse balkondan sadece seyirci olarak kalakalıyorsunuz. Belki inseniz sokağa başka olacak derken bir anda kaygı sarıyor etrafı battaniyenize daha sıkı sarılıyorsunuz. Kepenk indirsin istiyorsunuz olmuyor, ışıklar kırmızıya dönsün istiyorsunuz size inat hep yeşil yanıyor, bari diyorsunuz insanlar uykuya dalsa ama yok inatla ayakta duruyorlar. İşte yıkım burada başlıyor. Düşünmek lanetine bir kere kaptırdığın an kendini, ki inan istediğin son şey bu oluyor, yine de boğulacağınızı bilmene rağmen kaptırdığın an kendini tamamdır, geçmiş olsun..

    Benim batırışımda her şeyin ilmek ilmek hakkı var. Hayatın, insanların, travmaların, kursakta kalan hevesin, kendinden verilenin, asla alınamayanın. En çokta düşünmenin. Düşünmek ve yaşanmışlık olmasa yazabilir miyim, sanmıyorum. Bazense ödediğim bu bedeli düşünürken acaba diyorum ‘aptal puma sendromu mu’ yaşıyorum. Hiçbir maddi kazanım amacı gütmeden, milyonlara seslenmeyi düşünmeden yapıyorken bunu attığım taş ürküttüğüme değiyor mu, bilmiyorum. Ödediğim bedelin ağırlığını geceye bırakıyorum. Sabaha farklı bir umutla uyanabilmeyi diliyorum..

    Ben de görünen o ki çöpe gitmesi gereken şey düşünmek.. Peki ya sende?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..MASAMDAKİ KEMAN..

    Yatağın tam orta tarafından kalktı bugün. Havanın kapalı oluşu içindeki karamsarlığa bir sebep olacak tüm gün.. 

    Kahvesi için mutfağa yöneldi, suyu koydu, saçlarının karmaşıklığına parmaklarını daldırdı. Yüzünü yıkamaya geçerken boy aynasının önünde duraksadı. Dünü aklından geçirdi, yarını düşledi, bugün içinse yarım bir gülüş attı ve tuvalete girdi. Tanrı bilir o uyuşuk aklından neler geçirdi, bu kısacık sürede..

    Kahvesinden bir yudum aldı, penceresinden bakındı etrafa. Her sabah böyle uyanırdı. Gece olana değin evinde oturur, birkaç kelime karalar, yemeğini yer, annesiyle konuşur, geçmişi gömerler, kırgınlıklarından bahsederler, bazı düşüncelerin çemberinde asılı kalır, gece olunca da arkadaşlarıyla kumara otururdu. Bu sabah uyandığında da aynısı olacağından şüphesizdi. İçindeki çatlaktan ışık saçılmaya çalıştıkça o inatla yama yapıyor ve güne böyle devam ediyordu..

    Bu sabah içtiği kahvenin tadında bir farklılık vardı. Ya kahveyi çok koymuştu ya da suyu diye düşündü, pek bir aldırış etmedi. Annesi de aramamıştı. Kumar için yazan da yoktu. Kaşlarını kaldırdı, anlamlandıramasa da masasına oturdu. Farklı bir şeyler vardı. Kalemleri dağınıktı, defterinin orta sayfası bomboş ve açık bir haldeydi, su şişesi ağzına kadar doluydu ve kemanı kutusundan firar etmişti. Reçinelenmiş yayı hemen kemanın yanındaydı. Tanrının alay takviminde sıra bana gelmiş sanırım diye düşündü..

    Yazmak için oturduğu klavyenin başında öylece kalakaldı. Geçmişe olan kızgınlıkları geldi aklına aniden, yarına duyduğu telaşsa hemen arkasından geldi. Kelimeleri yazıp yazıp siliyor ve asla noktalanacak cümleyi tamamlayamıyordu. Hikaye mi anlatmalı, yaşanılanları mı yazmalı öfke mi kusmalı, tam olarak ne yapmalıydı ne yazmalıydı karar veremedi..

    Düşündü, düşündü, sadece düşündü. Salandı sandalyesinde geçmişi yazmak istedi, elinde hep aynı acı aynı pişmanlıklar aynı kızgınlıklar ve aynı bekleyiş vardı. Geleceği yazmaya kalktığında hep aynı hayaller, hep aynı hareketsizlikler, aynı bekleyişler vardı. Ya bugün dedi, kendi kendine. ”Elimde bir tek bugün var” diye mırıldandı. Bugünle ilgili ne yapacağını o kadar bilmiyordu ki, ne yazsa anlatamayacaktı geniş zaman kipiyle hissettiklerini.. İşte bu onun için bugüne ait olan ve yeni olmayan tek şeydi. Aynı boş vermişlik.. 

    İlk defa düşüncelere boğulmadan bir şarkı açtı. Masasındaki dağınık olan kalemleri toparladı. Deftere birkaç saniye baktı ve omuz silkerek kapattı. Klavyeyi kaldırdı. Ellerini birleştirerek bir süre pencereden dışarıya baktı. Hava güneşi saklamak konusunda ısrarcıydı. İçiyse havadan daha ısrarcıydı. Bir tek kemanını kutusuna koymamıştı. Pek farkında değildi bunun. O ara müziği dinlemese bile duyduğu sesle dalıp gitmişti. Aklından geçenler, 28 yıldır yaşadıklarından daha fazlasıyla üzerine çöken ağırlık gittikçe artıyor, artan ağırlıkla beraber vücudu sallanmasını yavaşça durduruyordu..

    Aşk dedi, bu şehirde çok sevgilim oldu yine de te bir aşk beni yerle bir edebilecek kadar güçlüymüş dedi. Sonra arkadaşlık dedi, kimisi çoktan o şehirden göçmüş kendine yeni hayat kurmuştu, kimisi o şehirde hayata devam ediyordu, kimisiyle yolları ayrılmıştı. Kendimden her ikisine de fazlaca verdim dünde, yarına güzel bir bahçe inşa edebilmek için oysa bugün elimde kalan iki şey var; koca bir yorgunluk ve yalnızlık. Sonrası ailem dedi, başka şehirde benim iyileşmemi bekleyen beni yanlarında isteyen ve benden hiç vazgeçmeyen sevgili ailem..

    Dünyanın suçu muydu bu keder, onun yoluna çıkan insanlar evrenin ona acı bir hediyesi miydi? Tanrı onunla böyle mi alay edecekti hayatı boyunca? Daha ne kadar batırması gerekiyordu, yoluna yeniden devam edebilmesi ve yaşamaya yeniden başlayabilmesi için? 

    Gözleri doldu, o an şarkıda ”tek isteğim eve dönmek, anneme sarılmak şuan” cümlesini işitti. Gözlerini sildi, kendini banyoya attı. Aynadaki yorgunluğa baktı, açtı saçlarını, boyamaya başladı. İlk kez saçlarını dibinden boyuyordu, umurunda değildi. Eskiden depresyonu ona anlaşılmadığı yalanını söylerdi. O buna inanır, kimse anlamaz beni derdi. Zamanla çok yolu aştığını biliyordu. Tek bir konu hariç. Aşk ve acısı konusunda farklı ağızlardan hep aynı cümleleri duyuyordu. Yerinde saydığını düşünüyordu. Saçlarını yıkadı. Üstünü giyindi. Ceketini aldı, masada açık kalan keman kutusunu kapattı, bir tek onu yanına aldı. Bulduğu taksiye bindi, otogara giderken gözleri tekrardan doldu. İzmir’e bulduğu ilk bileti aldı ve otobüsü beklemeye başladı. Aklından geçenler, gözlerinden aktı öylece, Sessizce iç çekti, burnu kendisi kadar sessiz kalamadı. Tam 8 yıl. Aidiyet duygusu olmayan, fevri yaşayan, bir şekilde çözeriz diyen, bazen önemli olan çözmek değil problem yaratmak diyen kişi için ne tuhaf bir durumdu bu öyle..

    Veda etmeyi sevmez, aniden çeker giderdi evvel zaman. Şimdiyse evini bırakıp, yuvasına dönmek üzere yola çıkıyordu. Kemanı ve küçük not defteri dışında her şeyi bıraktı. Otobüse bindi. Muavin kahvesini getirdi. Kulaklığını taktı ve otobüs penceresinden son kez şehre baktı. ”Benden arta kalanlarla, sizlere mutluluklar”..

    ..SEVGİLERİYLE..