Yazar: yildizlaraltinda

  • ..ZEHİRLİ SARMAŞIĞIN DİLEMMASI..

    ''Dün sabaha karsı kendimle konuştum
     Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
     Yokusun basında bir düşman vardı
     Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum''  
    Demiş sevgili Özdemir Asaf ..
    
    

    Acıyı hissetmek, yaşadığımı anlamanın en kesin yoluydu. Seke seke yürüyenlerin mirasıyla, koşmayı hayal eden bir müşkülpesent olarak büyüdü yaşım. İçi içine sığdırmayacak olanı düşler, kavuşamayacak olduğuma istek beslerdim. Şimdiki kişisel gelişimciler bunu doğru bulsa bile atladıkları bir şey var. ŞÜPHE! Buna kavuşacağıma dair duyduğum o şüphe, her şeyi katlayacak kadar büyük. Evet, artık yaşadığımı hissettiren şey acıdan daha keskin bir yapıya sahip olan şüphe. Kendisi özümün ev sahibi. Ruhumun akıl hocası. Yolumun yönüne cetvelle çizik atan bir pusula..

    Aklım olanları, olacak olanları büyütme konusunda usta. Anksiyetenin en sevgili dostu. Aralarındaki ilişki bazen beni kıskandırıyor.. Aslına bakarsan sayfalarca yazdım. Anlattım, bağırdım, bilinsin istedim, bazense sadece kahve yanı meze olsun istedim. Şimdiyse bunca kelimeyle tek bir soruya cevap arayacağız..

    28 yıllık yaşamı, çeyrek asrı devirmiş şu ömrü; ne için harcadık, şimdi ise ne için harcamalı?

    Bir zaman öncesi; kahraman olmayı ister, şen şarkılar söyler, aylaklık eder, hataların tadını çıkarır, bolca harcar, küfreder, iyi şeyler tasarlar hep kötü olarak anılacak şeyler yapar, budalalık eder, her sevgiliye aşkla bakar, terk edilmelerde acısını yaşar, evin asi çocuğu olur, sokağın tescilli aylağını oynar, sevmekte cesur, yaşamakta cahil, oynamakta usta edası takınan, karar verene kadar her konuda son tüketim tarihini geçiren, canı acıdığında şeytanın efendisi olan, sevince meleğin stajyeri olan, değişmesi mümkün olmayanlar için canla başla çabalayan, değişim kendine gelince hayatta kalma konusunda başarısız olan.. Yani bakınız; üşengeçliği, yanlış anlaşılmaları, yorgunluğu, takıntılarımı, endişelerimi, heyecanımı, telaşımı, fevriliğimi, kaygılarımı, doğrucu davut oluşumu, korkularımı benden çıkarınca geri pek bir şey kalmıyor. Kalmadı da. Şimdi gelelim, bunların benden çıkarıldığı ikinci perdeye..

    Kalabalığın içinde kaybolmayı isterken kendini eve kapatan, yalanların ziyanına uğrayan, ruhsal iktidarsızlıkla boğuşan, hayatla arama girenlere izin veren, donuk ve katılaşan dünyaya kinlenen, var olan gücünü kendinden esirgen, bir sıkımlık canım kalmasına rağmen var olmayan gücü başkalarına feda eden, bayatlamış sohbetlerin eşlik ettiği masalarda saatlerini harcayan, yapısı bozuk ve ışığı sönmüş olanlarla içsel bağ kuran, kibre fikirlerini teslim eden, ben yarım yamalakta olsa hayalini kurarken o hayalleri yaşayanları görme rezilliğine nail olan, yaşamaya yabanileşen, bunalımları dışta gerçek içte zaman zaman blöf olan, çin malı hikayeleri dinlemeye zaman yaratan, kendi düş pazarına gitmeye üşenen, kıskanç, huysuz, kah canım istemez suskunluk orucu tutar, kah vanası bozuk musluk misali çenesi hiç durmayan birine dönüşürüm.

    Önce içine çeken bataklığa dönüştürdü bu durum beni. Ruhum adeta sevilmek ve onaylanmak için köleleşmeye başladı. Ve biliyor musun, hiçbir zaman bu kadarıyla kalmaz. Kalmadı da. Yabanileştim, kendi köşeme çekilmeye başladım. Görmüyor, duymuyor, hissedemiyordum. Hal böyle oldukça kabuğuma gömüle hale geldim. Hayalimdeki evliyayı, hayattaki ifrite dönüştürmeyi el birliğiyle başarmıştık. Sorumluluklardan kaçıyor, iyileşemeyecek bir hasta olduğuma inanıyor, mücadele etmek yerine aylaklığı seçiyor, gerçeklere göğüs germektense mahvolmayı tercih ediyordum. Bunları yaparak, o bataklığa gömüldükçe sanki bir şeyin bedelini ödediğime inanıyordum. Boşa geçirdiğim onca zamanı telafi etmesi için hayattan kıyak bir işaret bekliyor, ufacık bir olayın hayatımı kökünden değiştirmesini istiyordum.. Ah be canımın içi böyle şeyler sadece filmlerde olur, demeyin. Beni kaderin mimli kılan ne varsa oradan da adımı silecek bir şeyler elbette vardır. Olmalıydı..

    Sonra içimde sözcüklerin kırıntıları dolmaya başladı, yavaş yavaş. Düşüncelerimi, duygularımı taşırmak için tek damlaya yer kalmayacak kadar dolmuştum. Evcilleştirilmesi mümkün olmadığına inandığım hücrelerim ve göğsümde mağlubiyetin yegane ordusuyla kendimi balkona attım. Önce sokaktan geçenlere tükürerek yağmurla beraber onlarla alay etmeyi istedi içim. ”Senin en büyük sorunun bu, her şeyle alay ederek gerçeklerden kaçabildiğini sanıyorsun, seni ahmak” diyordu daha içim.. Üstünkörü bir iyileşmenin, kendini medenice mahvetmenin en klas yolu olduğunu anlamam biraz zaman almıştı tabi.. Ben bu süreçte gerçek dostlarımı hayat çemberimin dışında tutarken, yanıma sadece ben yanarken üzerime işemeye üşenen insanları dahil etmiştim. Ve bu perdenin en fiyakalı bitişini ise, içinde bomboş hissettiğim deli gömleğini yavaş yavaş çıkarırken tamamlamaya çalıştım.. Bu fiyakalı kaos, benim felaket senaryomda ödüle aday bir yazardı.. Kendi hayatımın dışında kaldım dersem abartmış olmam..

    Birbirinden yalıtılmış insan topluluğu. Dilinde çürümüş kelimeler yığını taşıyanlar. Bazen bir sözüyle, bazen özünde olanlar nedeniyle domino etkisi yaratanlar. Çıplak kral yalakaları, Don Kişot’un sevgili yoldaşları, çarpık binalarda yetişmiş kötü insanlar, betondan kendini arındırmayı başarmış olanlar, şakayla hayatı neşeye boğanlar, gürültüden rahatsız olmayan ahmaklar, Pavlov’un salyalı köpekleri, nezaketi göze batanlar, yarım kalmış hikayelere sahip olanlar, ve daha niceleri.. Shakespeare haklı, hayat devasa bir sahne. Ve biraz önce saydığımız, saymaya vaktimizin olmayıp sizin aklınızdan eklediğiniz sıfatlara sahip nice insanlar o sahnede olması mümkün ve zorunlu olanlar. Ben, benim sahnemin üzerinde ayak izi olanları, yer yer başrolü bıraktıklarımı, yer yer sadece gelip geçenleri aktardım. Ben anlattıkça yanlış anlaşılmaya, anlaşılamamaya, bazen öteki olup, bazense yani gerçeği görmek isteyene şahsına münhasır olmaya devam edeceğim. Sadece bil isterim. Çünkü çeyrek asır olan yaşamımda yeni günün bana verdiği yetkiye dayanarak ve inanarak, bana beni geri kazandıracak olan senaryonun kalemini yeniden aldım elime. Her olanı gördüm, duydum, tattım ve bunun karşılığını bir bataklıkta yaşayarak aldım. Hayat eksik dişleriyle gülümseten planlarını yazılanlara dahil edecek çok sahne sunuyor hala. Bazılarıysa, toz misali sahnemden öylece gelip geçtiğinin farkında olamıyor. Ve başrol hala onların sanıyorlar. Yanılıyorlar, tüm sokak sahne olsa da ben artık bazı sahneleri izlemeyi bıraktım. Yıllara meydan okuduğumu düşünüp, saniyelere yenilmiş olmanın verdiği ders için emeği geçen herkese teşekkürler..

    Yorgunum, yine de çabama sağlık.. Yaşanmışlık olmasaydı yazamazdım.. Ve, doğru düşününce mutluluktan alacağım payı görüp, sokağımda bahar temizliği yapacağım o sahneden..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..İKİZ KULE: AY IŞIĞI SARMAŞIĞI..

    Saçlarını savurup, kapının önüne geldiğinde önce rüzgarı hissetti. Boynunu edalı edalı sağa sola çevirdi. Tam çaprazında onu bekleyeni gördü. Gülümsedi, ilerledi. Kimi telaşlı, kimi neşeli, kimiyse üzgün haldeyken bizimkisi elini kolunu sallaya sallaya yürümeye devam etti. Umutsuz değildi. Umursamaz da sayılmazdı. Sadece anın içinde olmayı fazlasıyla seviyordu hepsi bu. Girdiği ilk sınav değildi, son da olmayacaktı..

    Günler peşin sıra geçiyordu. Sonuçlar pek çığlığa boğucu sevinç yaratmasa da, idare ettiren bir keyif vermişti. Sonbaharda. En sevdiği mevsimin başlangıcı ile yeni hikayesine doğru yola çıkacaktı..

    Hayata olan bağı, dünyayı sıkı sıkı tutuşu onun hikayesini çoktan oluşturmuş olsa da, o kendinin yazarı olacağına inanıyordu.. Yeni olan her şey iyi midir sahi? Ne olursa olsun sen devam et, derler ya hani. Yürümek, durmamak her şeyin iyileşmesine yardımcı olabilir mi, her koşulda?

    İnsanın geleceği görememesi verilmiş en güzel hediye. Peki ya yazarken düne gidip, bugünü anlatırken her santimini hesaplayarak yazdığımız bu hikaye. Bu da hediye mi yoksa lanet mi? Şuan için emin olduğum, bu hikayeyi yaşarken bilmediğim şey; aptalların söylediği yalanlara bağlı bir hayatın içinde olacağımdı. Küstah hayat! Seçimleri başkalarına ait olan, sonuçları sana yaşatırken kırık dökük dişleriyle yavşakça gülen şu küstah hayat!

    Annem tırnağıma taş değmesin diye çabalardı. Babamsa hayatın acı yüzüne pençe geçirmeyi tercih ederdi. Bir yanı merhamete kapısız ev, bir yanı gerçekliğin zihne taarruzu kesmeye bahçesiydi büyüdüğüm yer. Bebekken babam uyumam için sokağa çıkarır öyle uyuturmuş. Yoksa fal taşı gözlerle, sesi kesilmeyen ağlamayla eziyet edermişim. Sokağa adım atar atamaz, uyuklamaya başlarmışım. Ailesine anarşist olanı, evcilleştirmeye çalışanlar hep güldürmüştür beni..

    Şiddet, sokağın ana dili gibidir, yani çoğu zaman. Öyle hemen önyargılı olma. Korur kollar aynı zamanda , sokağın dilini konuşmayı öğreneni de evsiz bırakmaz. Öyle de anaçtır sokaklar. Sanırım hem korkmamayı, hem evsiz hissetmemeyi böyle öğrendim. Ha bir de aidiyetsizlik duygusu var. Ona, doktorum dışında kimseye erişim vermemeyi tercih ederim.. Her neyse. Dayak atmak başka da, yemenin tadını alanlar iki şeyi çok iyi bilir: Savunma mekanizmasını çalıştırmayı, tekmeyle tokatla kimsenin düzeltilemeyeceğini.. Dayağa karşı çıkmak her ahmağın hakkı sayılır elbet.  Çünkü önemli olan kimin kazanacağı değil, kimin daha çok dayak atacağıdır..

    Masum kalabilmek.. Ne ki masumiyet? Mesela şahsiyeti olmayandan masumiyet bekleyebilir misin? SANMAM! Evin kurallarıyla robot olmaktansa, sokağın kanunlarıyla özgür olmayı seçmiş biri olmak, attığım en uzun adımdı. Hayat kestirmeler sunmuş olsa da ben illa uzun yolu seçip, her şeyi geç ve zor olan tarafıyla öğrenmeyi seçtim.. 

    ”İyi bir insan olmak”. Herkesin doktor, avukat, öğretmen, asker olmayı istediği çocukluk hedefleri arasında benimki sadece insan olarak kalabilmekti. Vay benim  çiçeği burnunda çocukluğum.. O zamanlar buna karar vermek kolay tabi. Sırtını dayadığın baban, içini ısıtan annen, yalnızlık hissini kılıçla kesip atan kardeşin var. Ya şimdi! Hala varlar. Evet. Sadece biyolojik yaşım biraz fazla gelişkin. Bu yetişkinlik bana en çokta seyirci kalmayı öğretti. ve uzun vadede görüyoruz ki bunun diğer adı pes etmek. Babam ‘vazgeçersen yenilirsin, yenilirsen hayatla başın belaya girer, çünkü o dinlenmen için sana kırmızı ışık yakmayacaktır’ derdi. Annem ‘kulağa hoş gelen yalanlara inat, yüreğinle hep dürüstlüğü savun, yoksa o yalanlar seni şefkat dolu bir köleye çevirir’ derdi. Güneş, altında hiç yanlışlıklar dönmüyor gibi parlamaya devam ediyor. Gece yalancıların kirlerini örtbas ediyor..

    Sevgili okuyan, bağır bağırabildiğin kadar. ”Ey aptallar ordusu! Yüreksiz, benciller. Ahmak yalancılar. Yalancıların aptallaştırdıkları. Bu sokakta inatla, size rağmen ve maalesef sizinle bir yaşan bir doğru var. Ve şimdi hak ettiğiniz tükürüğü alacaksınız.”

    Herkesin belli izleri vardır, yaralarını anımsatan. Ne zaman, ne sevgi, ne doktorlar, ne de ilaçlar acıyı dindirse de izini silemez. Gerçi bunun içinde plastik cerrahlara gidebilirsiniz. Çağ ilerledi. Bense izi, yarayı silip atmayı değil onlarla alay edip, eğlenmeyi tercih edenlerin tarafında olacağım. Bunu öğrenmek için çok yol denedim aslında. Ki başta da belirttiğim gibi, ben genelde uzun ve yorucu yolları seven bir müşkülpesent olduğum için, geri dönmek pek bana göre sayılmaz..

    Aslında ruhum emekli olmak ve yılı, ayı, günü, saati, sokakta olan biteni umursamadan beni enterese etmez diyerek yaşamına devam etmek istiyor. Ama ailemin genleri ve sokağın öğretileri buna karşı çıkan isyanlar yaratıyor beynimde. Bedensel dışavurumum bundan pek sağlıklı çıkış bulamadı. Zihin kıvrımlarına yapılan bu saldırı ne kadar uzun sürdü, ne cenk meydanı gördü bu sokaklar, sadece altında yaşadığım gökyüzü bilir.. Doğruların yoluma taş döşemesi, hayatımda yanlış olan her şeyi yavaş yavaş mahvetmeye başladı bir süre sonra.. Vakti boşa harcatan ne varsa dağılıp savrulmaya başladı.. 

    Sonra.. Yani aslında derinden gelen bir çatırdamayla.. Hiç olmayan, belki de çokça derinlerde gömülü olan, tadına pek aşina olmadığım duygular nüksetmeye başladı.. İkiz kulemin köklerinden gelen ses, ay ışığı sarmaşığımın nadir görülen çiçeğinin açmasıyla.. En derinlere sakladığım ya da diyorum ya ilk kez tanıştığım o duygu zinciri. Ardı sıra kendine, boşalan öfkeli hücrelerde, yer bulmaya ve sıkı sıkı tutunmaya başladı. Önce kendi benliğinin çıplaklığında yatanları görmeye başladım. Arada örülen o set yıkıldıkça çatlaktan sızmaya devam etti. Deli gömleğimin altına sakladım; affım, sevgim, neşem, gözyaşım, olandan ötesine olan inancım, öfkeyle sarıp sarmaladığım çocukluğum, yumruklarımı sıkmayı bıraktıkça avucumda tuttuğum umudum.. En kıymetlisini yeni yeni hissediyorum. Çocukken hayalini kurduğum, iyi insan olma hayali..

    Kendime baktıkça karşımdakileri ya severdim, ya yakıcı öfkeyle ezer geçerdim. Aynada süslediğimle sokağa saldığım kişinin o sivri ve bir o kadar da tatlı yanı. Meğer görünenden çok daha öteymiş. Bir ses, bir çiçek mi sebep oldu yani bu keşfe dersen, hayır. Önce kahkahalara boğmayı seçtim hayatı, sonra kanamaya başladım, daha sonra kaşları çatık öfkem ve sesi çıkmayan gülüşümle hayata meydan okuyan bir çocuğu tek bir ses hayata espri yaptıracak kadar güçlü olamaz. Hayatın kederinden, ölümün neşesinden payıma düşeni görmeye başladım. İşte o ses, o nadide çiçek o çatlaktan anca öyle sızmaya başladı..

    Hiçbir şey görüntüden ibaret olmadığı için, göründüğü gibi de değildir, sevgili aptallar. Ve hakikatin eşiğinde deliren siz sevgili dostlar. Aldatıcı olan görüntülere karşı, gerçeği görmek için gözünüzü kapatmanız dileğiyle..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • .. BU BİR KEK TARİFİDİR! ..

    Önce ortamın sıcaklığını ayarlayalım. Ne Üşütmeli, ne terletmeli. Böylelikle odaklanabiliriz. Şimdi malzemeler: Biraz telaş, biraz hayal kırıklığı, bir fincan insan kalabalığı, bir tutam uygulanmamak üzere ortaya savrulan planlar, bir çorba kaşığı umut, bir avuç korku, alabildiği kadar düşünce karmaşası, bir avuç hata ve bunları karıştıracağımız etten, kemikten bir iskelet sistemi. Ve kolları sıvayalım..

    Önce fırını 180 derecede, 15 dakika ısıtalım. O sırada malzemelerimizi iyice karıştıralım. İçine kabarması içinde bir paket öfke koyduk mu tamamdır. Keki fırına atalım. Şimdiyse süsleme malzemelerine geçelim. Yalan, kaygı, karmaşa yaratacak merhamet ve suçluluk, keşfedilmeyi bekleyen yetenekler, kayba uğraması gereken zaman ve sevgi parçacıkları. TİK-TAK. Ve kekimizi fırından alabiliriz. Şimdi dinlenmeye bırakalım. Ardından süslerini halledip servise hazır hale getirelim. Ve işte tamam.. Yenmeye hazırsınız. Sizi dişlerin arasına afiyetle sunabiliriz..

    Kekimizin yanına kokusu mest edecek bir kahve, ve hazır. İşte şimdi afiyet olabilir.. Kahve diyorum, zahmet olmazsa..

    Değer vermenin ve emek harcamanın bedeli ağırdır, sevgili diş geçiren. Hayat hep masraf çıkarır. Sense hesabı ödedikçe biteceğini sandığın bir yaygaraya mahkum kalırsın. Kekin ve kahvenin tadın çıkarırken izninle bir hikaye anlatmak isterim..

    Ruhuyla yazı tura oynayan birinin hikayesini.. Dünyayla arasına aynadan set çekmiş, bakanın sadece yansımasını gördüğü bir duvar.. Yarattığı kaosun ortasında kalanlar ve zihni tacize uğrayanları izlerken, sigarasını yakar ve çıkan dumanın sesini dinleyenin yegane hikayesi. Öğrendiği her yeni tekniği ahmakların üzerinde uygular, onları nakavt edene kadar da durmazdı. Onun yörüngesine girdiğiniz an vay halinize. Ya şah çekene kadar durmamalısınız ya da mat olmaya alışmalısınız. Varoluşsal kaosun elçisi. Satrançta kalifiyeli. Hangi anlama geldiğini anlayamayacağınız bir dolu kelimelerin efendisi. Orkestranın maestrosu. Kendi mahvoluşunda eğlence yaratırken, başkalarının felaketinin başrolü..

    Türlü hikayeler dinledim. Kiminin çığlığına, kiminin fısıltısına şahit oldum. Yazdım çoğunu. Bilinsin istedim. Şimdiyse bilinmesinden ziyade sadece dalkavukça bir arzuyla anlatmak istiyorum. Öyle insanlar var ki, içindeki suçlunun intikamını almak için hayatındakilerin umuduna saldırıyorlar. Tabi kimisi, o suçluya hak ettiği cezayı kesebilme cesaretini gösteriyor. Hani bazılarına bakarsınız ve ben bu Mehmet Ağa’yı sarı çizmesinden tanırım dersiniz ya. Bazılarına baktığınızda ise onun dünyasında hiç renk bulamazsınız. Bu adama baktığınızda tek bir şey görebilirsiniz.. KENDİNİZİ..

    Öyle bir krallık kurmuş ki. Avlusunu aşıp, sarayın içine girmek neredeyse imkansız. Alamut kalesini aynalarla dizayn etmişler gibi. Herkes için muazzam hikayeler barındıran, görmesiyse neredeyse mümkün olmayan o krallık.. Koruyan askerler yok, içeriden kesilmeyen ezgiler geliyor, türlü çiçek kokuları burnunun olduğunu hatırlatıyor. İnsan ”avlu böyleyse, içerisi nasıldır” demekten alamıyor kendini. Zor bir adam değil, kolay hiç değil. Kuralları açık ve basit. Oyunu karmaşık hale getiren kısmı bu..

    Ben sevgimi düşmanlarıma da pay ederken yolumuz kesişti kendisiyle. Büyüleyici olduğunu söyleyebilirim. Duruşunu bilmem, ama sesini tüm hücremle dinlediğimi inkar edemem. Gülümsemesinde, sigarasını sollayan bir buğu vardı. Bense avareliğin el kitabını yazan yaşantımın tam ortasındaydım. Dinledim evet, duymaklaysa işim yokmuş o sıralar. Mağlup olacağım oyunlar oynamakla meşgul zihnim, önüme sunulan satranç tahtasını fark edemiyordu. Tekdüzeliğin yıkıcılığıyla yaşarken, beni şifalandırmak için aynalı yollar sunan bir akıl hocasına ihtiyacım yoktu. Bana çıkardığı şifa haritasını elimin tersiyle ittikçe, şimdilerde fark edeceğim o aynaların daha da kalınlaşmasına neden olmuşum..

    Sen defolu hatalar yaparken, hayat senin telafi etmene müsamaha göstermek yerine yoluna devam eder. Öyle acayip koşullarda yaşam sürüyordum ki, tuhaf bir rastlantının bana aylar sonra kendimi bulduracağından zırnık kadar haberim yoktu. Bizim maestronun sahnesi gittikçe kalabalıklaşıyor, bense avlunun yeteceği konusunda kendimi ikna ederek devam ediyordum. Meğer ona rastgelene kadar deli gömleğimi gizlemek için bir dolu emek harcamış, farklı tasarımlar giymişim. Aylar beni, bense saniyeleri kovalarken üstüme giydiğim her tasarım bana, beni yabancı hissettirmeye başladı. Kışın ortasına kadar dayandım. 2021, ocak. Yeteri kadar sıkıştıkça üstümde başımda ne varsa kesip attım. Bir poşete doldurdum. Kafamı kaldırdığımdaysa gördüğüm tek şey yansımamdı. Yanlışı görüyorsan, doğru soruyu soramıyorsun. Zihnim berraklaştıkça sesim kısılmaya başladı. Resmin geneline bakmaya başladıkça telaşlarım sakinleşmeye başladı. Şimdiyse tek istediğim, gömleğimin verdiği yetkiye dayanarak oyun masasına oturmaktı. Geçmiş olsun. Zaman sadece bana değil, krallığa karşıda cilvesini göstermiş olacak ki ortada ne masa kalmıştı ne oynayabileceğim bir oyun. İşin ehli birçok oyunu mat etmiş, kendini ruhuyla bedenini ayıracak o eşsiz formülün arayışına adamıştı. Ne koyduğu aynalardaki yansıma, ne masadaki oyunlar, ne hayatın kuralları ona haz vermiyordu. Arayışını kızgın fırtınalı okyanusta sürdürmek üzere çıktığı yolda keşfettikleri, kaybettikleri onun için paha biçilmez birer hazine olmaya başlamıştı. Bedenine bakıp gördüğünle, ruhunda çalan ıslık öyle başkaydı ki. Onu artık anlamak neredeyse krallığı kadar imkansız yollardan geçiyordu.. 

    Ben önce o aynaları aşmak için çabaladım.. E insan ancak kaybedince uğruna savaşacağı bir oyuna dahil oluyor işte.. Hayat ciddileştikçe gülmeye, sorguladıkça susmaya başlamam epey zamanımı aldı tabi. 2021, nisan. Bizim kaşif yanlış bildikleriyle, doğru gördükleriyle kahve içmeye geldi. ‘En az bir tane aşağılık insanla yakınlaşmadan doğru bir insan olmazsın’ demiş yazar. Bense doğularımı yeni yeni bulma, gömleğimin tadını çıkarma dönemindeydim. O ise krallığını devretmiş, sonsuzluğun sınırını aramaya çıkmış bir kaşif olma döneminde. İnsanlar yüzyıllardır birbirlerinin hatalarını tekrarlayıp farklı sonuçlar bekler. Kahvemizin her yudumda aklımda kendini açıklama ihtiyacı duyan düşünceler sırası gelsin diye can atarken, dilimde sadece kaşifin hayatına dair konuşmalar vardı. Belki de bir yanım o zamanlar biliyordu, ne dersem diyeyim yanlış insan olma etiketimi üstümden atmayacak ve bi daha kahve içemeyeceğimizi. Her neyse. 2021, eylül. Sonbahar sayesinde kurumuş yapraklarımı dökme fırsatı bulmuştum, Kaşifse ruh-beden ikileminde dört bilinmeyenli denklerimin formülünü bulmak üzereydi. Ben ikisinin birliğine sığınmayı seçenlerdenim. Oysa ikisini de ayrı ayrı kontrol edebilecek olanlardan. 2022, ocak. Kekin gömleğimin üstüne dökülen kırıntılarıyla, ve kahvemden yükselen dumanla penceremden sokağa bakmaya başladım. Kekin malzemelerinde eksik olan tatları ilk kez algılıyordum. Tam karşı kaldırımımdaysa sevgili kaşifi gördüm. Elinde hesap defteri, aklın sınırını aşmış şekilde, anlam ve izahın rotasını çiziyordu. Kafasını kaldırdı gökyüzüne, Tesla’nın  güvercinini görme ümidiyle baktı, yandan çarıklı bir gülümsemeyle çizdiği rotayı sol göğsünün üstündeki cebe koydu ve sadece yürüdü..

    Kendimizi tanımakta zorlandığımız sürece yaşam hep ilginç hikayelere, eksik malzemeli keklere ev sahipliği yapacak sanırım. Ve ben. Üç günlük dünyanın son saniyelerinde, kekin tadını çıkarırken, deli raporumu gömleğime iliştirip, yaşamın kepazeliğinden sıyrılıp evrenin neşesini hissedeceğim..

    Afiyet olsun, ha bu arada eğer ki havada asılı kalan benliğinle kavuşmayı istersen bir gün ve anlamak istersen insanları; kekin tadını çıkarırken iyi düşün! Bildiğini sandığın her şeyi unutmadan, hiçliği anlaman mümkün olmayacaktır çünkü..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..BENİM BANA HEDİYEMDİR..

    Ve ahmaklar, anlatılanları anlayamaz. Onlar anlatılanın da izahına ihtiyaç duyar..

    Benden bekleneni, istenilen hayatı, ortaya savrulan kuralları hep yok saymaya çalıştım. Tabi çoğu zamanlarda bu itaatsizlik aşırı haz veriyordu. Şimdi yarattığı harabeye bakıyorum. Attığımla ürküttüğüm arasındaki uçurumda salıncak kurmuş sallanıyorum. Kumsala başıboş salınmış şarap şişesi hissiyatıyla dalgaların beni alıp gitmesini bekliyorum öylece..

    Peşinde koşuşturduğum şeylerden daha ötesine olan inancım günbegün azalsa bile hala bitmedi. Belki de bu ahmakça tutku beni oradan oraya savuruyor..

    Dünyaya her gün yeni bir ben sunma umuduyla uyanan kadından geriye ne kaldı diye bakıyorum. Bakmakla kalmıyor görmek için yazıyorum. Aptalların ve vasatların bu dünyanın sahipleri oluşuna tanıklık ettiğimiz şu günlerde, vazgeçmek dışında seçeneğim yokmuş gibi hissediyorum. İyiler vazgeçtiğinde aptalların kral olacağını biliyor olmama rağmen, vazgeçmeyi istiyor her hasarlı hücrem..

    Bir dolu yazı yazdım şimdiye dek. Kızgınlık, kırgınlık, aşk, arayış, öfke kusma hislerine ev sahipliği yapan bir dolu yazı. Aylardır evden çıkmadım desem abartmamış olur muyum, evet..

    Bir zaman öncesine kadar yüzüme tüküren düşüncelerin eşiğinde yaşardım. Bir zamanlar önce dediğim pekte ezel sayılmaz aslında. 28 Yaşın bana yeni yıl hediyesi hücrelerimin hissizliğini onarmaya başlaması oldu sanırım..

    Hatırlıyorum da annem ilkokul zamanı saçlarımı her sabah tarar, örer, tertemiz gönderirdi okula. Babam bazen ödevlerime yardım ederdi. Yazmak ve resim çizmek konusunda çok iyiydi. Kardeşimleyse annemlerin odasında boks yapardık. Sanırım abla kardeş olarak hayatın savaşına birbirimizi hazırlamışız da pek haberimiz yokmuş. Sahi yaşadığımız şimdiki anda dünün yansımaları yok mu sizce de. Yani, aileniz önce genleriyle, sonra da seçimleriyle size bir dünya sunuyor. Önce o dünyanın kurallarını öğrenmeye çalışıyorsunuz. Sonra yavaş yavaş emeklemekten adım atma evresi başlıyor. Sokağın dilini, evin kelimeleriyle çözmeye çalışıyorsunuz. Eee, evdeki hesap çarşıyı pek memnun etmiyor tabi. Evinizde kötü diye adlandırılan her şey sokağın pazarında tezgah açmış halde. Hatta evde görülen ve benimsenmiş olanlar bile. Apar topar büyümek gerekiyor tabi. Ne acelemiz varsa sanki. Sobanın yerini, çıtırtı çıkarmayan petekler alıyor, evin odaları herkese yetecek kadar artıyor, artık annemden gizli pasta malzemelerini suya bulayıp yeme gereği duymuyorsun, kolanın asidi burundan gelerek yakan o hissi yaşatmıyor. Hatta yanma hissi göğüs kafesine transfer oluyor. Babamla gittiğimiz parklar toprağını betona devrediyor. Hatta toprak yavaş yavaş emekliye ayrılıyor..

    Küçükken hastaneye elinden tutup götürenler artık yok. Onlar yaşlanmış, sen büyümüşsün. Hastaneye kendin gitmen gerek. Çamaşırlarını kendin yıkamalı. Yiyeceğin öğünleri sen yapmalısın. Zararlı mı, yararlı test etmeden öğrenemeyeceğin çevre seçimi var tabi bide. Kazık yiye yiye, düşe kalka tanışıyorsun. Gidenler, kalanlar derken senin yansıman olacak bir çevren oluşuyor. Hatta seni ailenden daha iyi tanıyorlar. VE AŞK! Asla emin olamıyorsun. Aldanmak mı, sevmek mi, travmalarının dışavurumu mu, yoksa sahiden evrenin sahibi olmak mı! 

    Spot gözünü alıyor, müzik hızlanıyor, her şey üst üste geliyor, karakterler gelip geçiyor. Takvim durmuyor. Biyolojik saatin tik tak tik tak derdinde. Sense telaşlısın. Okul, insanlar, seçimler, ihanetler, hayal kırıklıkları, yalanlar, ne istediğini bilmediğin bir hayat, yolun kaybı, savruluş, ve PERDE..

    İşte 28 yılımın özetinin çeyreği bile etmeyecek telaşların, kısıtlı aktarımı. Şimdi gelelim bugüne..

    Günlerdir, hatta aylar diyelim, evdeyim. Çok nadir çıktım evden. Evde tek yaptığım yazmak ve çay demlemek. Düşüncelerim yüzüme tükürme eylemini bıraktı sayılır. Öfkem hatırı sayılır derecede terbiye takınmaya başladı. Saçlarımı kendim örüyorum. Anne ve babama senelerdir olmadığım kadar yakın hissediyorum. Kardeşim hala e kıymetli hazinem. Ah, sevgili dostlarım. Herkesi bağrıma basma işini 20’li yaşlarıma bırakmaya başladım. Şimdilerde yurt dışında, yurt içinde özlem duyduğum insanlar var sadece. Ha bir de aynı şehrin sokağını paylaştığım insanlar. Sayıları azaldıkça gördüm ki, azalan şey sevgim değil hala kalbim onca sevgiyi barındırma cesareti gösteriyor. Bunu hak edenlere pay etmekse bu yaşın en tatlı öğretilerinden oldu..

    Bak biliyorum.. Zor olacak. Hatta hala zor oluyordur. Her şey kirli gelecek. Herkesin en a bir yalanını öğreneceksin, rengine sen karar ver. Verdiğini sandığın sevgin ve zamanın aslında harcayacağın ve geri alması mümkün olmayan şeyler olacak. Motivasyon zırvaları san her şeyin senin elinde olduğunu söyleyecek. Buna nerden başlayacağım dediğini duymazdan gelecekler. Çünkü evet. Başlamak dediğin şey formüle sahip değil. İnan olsaydı seve seve paylaşırdım. Ha bu arada, ben de tam olarak her şeye başladım diyemem elbette. Düşünceler susmaz, vücudun sana ait değilmiş gibi olur, çelişkiler olur, paylaşılamayan pişmanlıklar, taklit edilen hatalar derken boğuluyor hissi iç bitmeyecekmiş gibi gelecek. Gelse de nefes almaya devam edeceksin. İşte şimdi duyacağın şey sana başlaman için adım attırmaz belki ama boğulurken yalnız olmadığını ve tekrar nefes alabileceğini hatırlatır, belki..

    Yaşadıklarını devredemeyeceksin, silemeyeceksin de. Yanlış anlaşılmalar için, koltuktan kaldırmadığın o götü, boşuna yırtma çünkü anlamak istemeyecekler.. Risksiz ve hatasız yaşamın rezilliğinde nefes almaktansa, dizindeki ve elindeki yaralarla kafanın içinde boğulmayı seç. Bil ki yaşam gerçekten içerden başlar.. Şeytanlar alıntılarla konuşmaya, melekler görmezden gelinmeye devam edecek. Dilerim duyduğun şey yalnızlığın çığlığı değil, umudun fısıltısı olur..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..HAYATIMIZDAKİ SEVGİLİ ASALAKLARA..

    Günaydın, ya da öyle bir şeyler.. Bugün biraz senden bahsedelim. Korkma yara bandı söker gibi olacak. Aslında hikayenin sonunda senin sen olduğunu anlaman gerekirdi. Ama bugün üşüyen yanımdan uyanım. Kombi bozuk olduğu için duşa giremiyor oluşumun verdiği kirli asabiyetle yazıyorum..

    Ne güzel değil mi! Hatalar yap, karşındakine at suçu. Sanki dünya sadece sana kötü davranır gibi yaşa, oyna mağduru. Yaşadıklarını ağız dolu tükürük saçarak anla etrafa. Anlat ki yaralı bu desinler. Desinler ki hiçbir mesuliyeti kabul etmeyesin. EDEMEZSİN Kİ! Tabiri caiz olduğu için söylüyorum, kabul etmek göt ister çünkü. ”Ben” diyebilmek. Ah şu kendiyle yüzleşebilme yetisine sahip, benim tatlı dahilerim..

    Bir de senin gibi mağduru oynayıp, zorbalığı huy edinenler var tabi. Bekle, daha ne kirli çamaşırlarını yıkamaya atacağız burada. Sahi sen olmak çok keyifli bir duygu olsa gerek. Dünya yanıyor, sen saçınla meşgulsün. Sokak karışmış, yine de yalanların sıcaklığıyla sarılmış evinin penceresinden, kalpli bardağında kahveni yudumluyorsun. Kalbi dünyanın çirkinliklerini kaldıramayan insanlar gözyaşını tutamazken, sen yüzüne fiyatı senden pahalı makyaj malzemelerini sürmekle ilgileniyorsun. Ha bir de sana inanmayı seçen gerizekalılar ordusundan da söz etmezsek sana haksızlık yapmış oluruz. İşletme birinci sınıfta bize öğretilen birkaç dersten biri geldi aklıma. Komik. Hocaya bunu nerde kullanacağımızı sormayı düşünürdüm. Seni anlatırken kullanacağım gelmezdi aklıma. İktisatta arz- talep ilişkisi senin ucuzluğunun bilimsel anlatımı biliyor musun! Çünkü iktisat derki; arz düşerse talep artar. Dur senin literatürünün karşılığına gelen anlamıyla anlatayım. Yalan söyleyen tatlıdır mesela, iftira atan eğlendirendir, boyalı olan dikkat çekendir. Yani sevgili ahmak, yaptıklarından dolayı sevilen değil tercih edilen olmanın sebebi, şu işe bak ki yine işletmeden gidiyoruz, insanların kandırılmayı sevmesi. E tabi sen de haksız sayılmazsın. Bizim taraf pek kalabalık sayılmaz. Dünyayı dert edinenler, onun için çabalayanlar, evsiz kalacağını bilmesine rağmen dürüstlüğünden ödün vermeyenler, kırılmaktan korkmadan sevenler, anadır atadır değil insandır deyip yüzüne gerçekleri söyleyebilenden oluşan tatlı bir dahiler popülasyonu..

    Bak seni anlıyorum. İşin ironik kısmı bu. Tek bir hayat var ve doğruyu yaşamak için fazla kısa. Senin beni anlamayacağını da biliyorum. Ki bu da işin diğer ironik kısmı. Hepimiz aynı sokağı paylaşıyoruz. Taktir edersin ki, pardon edemezsin çünkü o da erdemli bir davranıştır. İnsan benim en sevdiğim malzeme. Sense o malzemenin neden kıymetli olduğunu gösteren kısmısın. Bencil, hasta ruhlu, kompleksli, bireyselleşmeyi becerememiş, taktir edilmeye muhtaç, kendini sevdirmek için ölçüsüzlüğün formülünü bulmuş, zavallı bir asalaksın. Geçeklerin en güzel yanı ne biliyor musun, bakmakla değil sadece görmekle orda olduğunu fark edebilecek kadar değerli oluşu. Harcanmış en utanç zamansın. Hem yaratılırken, hem düzeltilmek için yaşanılırken. Sen, sevgili ahmak. Bir okul sırasında tam da dayaklık hayat yaşarken ona bile layık olmayacak, çünkü tekmeyle tokatla düzeltilemeyecek yanlışlara sahip hayatının tadını çıkar..

    Kalpli bardağına sığdırdığın yalanların ve sana ait olmayan yaralarınla, afiyet olsun..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..AHA! ETKİSİ..

    Gelin bugün hayallerimizi gerçekleştiği evrenlerden konuşalım..

    Mesela benim; anahtarı, kalbine güvendiklerime vereceğim bir ev hayalim var. Denize açılan bir bahçesi var. Ailem ve sevdiklerimle yılın belli aralıklarıyla toplandığımız bir ev. Sonra, arkadaşlarımın düğününde, dinledikçe onları anımsatan şarkıları kemanımla çalmayı. Ha bi tane daha var. Gerçi buna hayal denir mi bilmem. Eskiden anneannemlerin köydeki evinin önüne pazar kurulurdu salı günleri. Evin kapısı kapatılmazdı. Yorulanlar yukarı çıkar bir bardak su içer, köy içi latifesini yapar giderdi. Şimdilerde sokaktan korkuyor olduğumuz şu günlerde bir isteğim de bu aslında. Esnafıyla, ev sahibiyle, kiracısıyla herkesin kahkaha ve müzik listesine eşlik eden bir mahalle. Gerçi benim okuduğum şehrin, oturduğum mahallesinde çoğu bildik yüz. O yüzden şanslıyım desem yeri. Ha mahallemize geçmişten gölgeler de taşındı elbette. Olsun. Bazı gölgeler dinlendiğin durağın hatıralarını saklı tutar. Nefes almayı unuttuğun anları anımsatarak, aldığın nefesin kıymetini anımsatır..

    Şimdi. Hayatımızı film şeridi yapalım. Girenler, çıkanlar, yaşanılanlar, kursakta kalanlar. Benim hayatımda ”aha etkisi” yaratan her ana ve kişiye bir teşekkür borcum var aslında..

    Şu ana dek birçok yazı yazmışımdır. Kiminde özlemimi, kiminde kinimi, kiminde hiçliğimi ve çaresizliğimi yazdım. Hatta yazılarımın dönüp durduğu çemberin ana hattı bunlardan ibaretti. Umut yok, hayaller kısmen, belki. Onun dışında hep ne yapmayacağımı bilip hep yapmakla meşgul oldum..

    İşe yarar hayaller kurar, gün boyu aylaklık ederim. Suçu kendi benliğin dışına atmak çok kolay çünkü.. Gelin size küçük bir reçete vereyim bununla ilgili..

    Ben hayatımdan, hastalığımdan, başarısızlığımdan, yalnızlığımdan şikayet etmeye öyle alıştım ki. Her an, her saniye bunun için bir sebebim oluyordu. Bir gün borç diyordum, hop kapanıyordu. Ertesi gün duş alacak enerjim yok diyordum hop eğlenmek için planlar yapılır, evden çıkarılırdım. İşe yaramaz biriyim derdim hop çözümüne aklımla ulaşacağım bir durum çıkardı karşıma..

    İşin alı kendi kendimin kahramanı olacağım, kimseye ihtiyacım yok der avuturdum kendimi. Tabi bu düşünceye ne kadar gömülmeye çalıştıysam beni inatla o bataklıktan çıkarmaya yeminli birisi vardı hayatımda.. Ben ne yaparsam yapayım, inanmaktan vazgeçmeyen. Ben pes dedikçe, daha da güçlü bir inanışla başaracaksın diyen. Sevgili annem..

    Elbette her aile ferdimin beni sevişini, dostlarımın bana olan güvenini biliyorum. Ben kaçsam bile bana el uzatmaktan vazgeçmeyen herkese bir gün o evin anahtarını vereceğim diyorum. Diyorum demesine de o ev için bir şeyler yapma umudum kalmamıştı, düne kadar. Çünkü emindim ya kendimin kahramanı olurum ya kendimin düşmanı. Bana benden başka kimse yardım edemez. Okuduğum kişisel gelişim diyalogları da bunun üstüne kurulu değil mi zaten..

    Seni kurtarmaya kimse gelmeyecek ancak kendi kendini kurtarırsın. Aslında bakarsanız işin matematiği doğru. Kimse gelmeyecek, gelemez de. Sen önce kendine el uzatmalısın, uzatmayı istemelisin. Ben çok istedim içten içe biri beni kurtarsın diye. Doktorlar, ilaçlar, aile, çevre hepsi bunun bir parçası oldu. İçten içe istemek kolay ama dıştan hep alfa ben olmalıydım. Ben yaparımlar, ben başarırımlar. Denkleme ilk kez, hem de farkında olmadan koyduğum inanca kadar. Ben her şeyi yakıp yıkarken, vazgeçerken, eve kendimi kapatırken her anı karanlığa yakınlaşmaya harcarken annem mum yakmaktan hiç vazgeçmemiş. O mum bitmeye yaklaşsa da, eli ısıdan acısa da. Bana aydınlığı göstermek ümidini kaybetmemek için hiç bırakmamış. Anlayacağın, onca inanın sevgisi değerli hissettirse de benim pes etmeye olan direncimi kimse ne sevgisiyle ne verdiği değerle kıramadı. Ta ki, o ışığı inatla söndürmeyen kişi olduğunu görene kadar..

    Hayatında düz çizgiler değil, kalp atışı gibi inişli çıkışlı çizgiler olacak. Seni sana kırdıracak bazen. Evet dedirtecek, ancak ben bana yardım edebilir. Haklı da olacaksın bir yerde. Yolunu hiç bulamadığın olacak, bazense bulduğun sandığın yol aslında kaybolduğun yol olacak. Cevaplar arayacaksın, yanlış sorular için. Yorganı çekip kafana çıkmak istemeyeceksin hatta. İşte tam o nokta da, ya da belki o noktayı geçtikten sonra lütfen kapat gözlerini. Seni sevmeleri yetmeyecek biliyorum. Çünkü sen itsen de kapıyı kapatsan da hep orda olan birini isteyeceksin. O kişinin sendeki sıfatı ne olur bilemem. Anne, baba, aşk, dost, kardeş, belki de sadece bir yabancı. Gözünü kapattığında iyi bak etrafına. Sıfata takılı kalırsam, sana bir sır vereyim o zaman ışığı hiç göremeyeceksin. Eğer görmek istediğin bir damla ışıksa iyi bak. Çünkü inan bana, sana inanan en az bir kişi o mumu söndürmeden sana bakıyor olacak, sen gör diye..

    Hayatındaki ”AHA! ETKİSİ” yaratanı bulman dileğiyle..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..28 YILIN EKSİK TANIMI, 1994..

    Tembel, işe yaramaz, kendini kandırma ustası, hastalığa el pençe teslim olan, sözde iyileşmek için çabalayan eylemleriyse tam bir durağanlık örneği. Merhaba ben yeraltından notların yeni jenerasyonu..

    Depresyon tanım konulduğu zamanları hatırlıyorum. Yataktan kalkabilmek, duş almak birkaç lokma yemek yiyebilmiş olmak bile Elon Musk kadar başarılı hissettiriyordu. Yaranın etrafında dolananlar yaralanmış kadar anlayamazlar. Bu yürümeyi öğrenmiş yetişkinle, emeklemeye yeni başlamış bebeğin arasındaki anlam gibi aslında. İkisi de kendi yetkinliği kadar hareket eder ve başarır. Şimdi bu örneği depresyon tanısı alanlara uyarlayalım. Bebek tam olarak ilk adımı atıp götünün üstüne düştüğünde yüksek kahkaha atar çünkü onun için tatmin edici bir adımdır bu. Yetişkinse yürümenin anlamını sorgulamaktan o kadar sıkılır ki ayaklarının ona ait olmadığı kanısına varır ve olduğu noktaya bırakıverir kendini. Görünürde ikisi de düşmüştür. Tek ve önemli bir farkla. Birisi yürümenin anlamına bakmaksızın düşmenin tadına varır, diğeriyse anlam karmaşasına öyle dalmıştır ki artık tadını alabildiği hiçbir şey yoktur..

    Bebek için yaşamı hissetmek tek bir adım kadar basitken, yetişkin için hissetmenin hiçbir anlamı kalmamıştır..

    Şimdi gelelim bu satırlara sebep olan varoluşsal krizlere. Krizlerin, problemlerin ortak noktası bir çözümün olması. Olanlar çözülür sonra yenisi çıkar sonra o da çözülür. Ve bu böylece sürer gider, kendi içinde bir düzenle. Bizim sorunumuzsa tam olarak bu düzensizlikte başlıyor. Sorunlar ortada çoğunun çözümü ise belli. Peki çoğalan sorunları çözümüz bıraktıran ne o zaman?

    Hareketsizlik.. Paran mı yok, iş ara. Yorgun mu hissediyorsun, kıyak bir uyku çek. Çık bir yürüyüş yap, bak gökyüzüne, oksijenden bir fincan depola ve işte tamam. Şimdi gelsin sıradaki sorun..

    Yataktan çıkabilmeyi başardığıma inandım önce. Arkadaşlarımla vakit geçiriyordum, çat pat yazmaya devam ediyordum, yürüyüşe çıkıyordum, uykum öyle böyleydi. Sonra ne mi oldu, hiçbir şey. Terapilerime devam ettim, ilaçlarımı bırakmadım, kendimi inziva adı altında eve kapattım, el uzatanları yok saydım, 2022 için efsane planlar yaptım, yalancıları ve sahte olanları kavgayla ya da sessizce hayatımdan uzaklaştırdım. Sesimi daha yoğun çıkarmaya başladım. İçimde ne varsa diyemesem bile bir kısmını hak edenlere söylemeye başladım. Arkadaşlarımla dolu bir liste yaptım. Küveti doldurup sefa terapisi yaptım. Ben bunu istiyorum deyip ASLA YAPMAM YA dediğim ne varsa çoğunu yaptım. Peki neden ruhum ve bedenim hala kapana kısılmış hissinde?

    Kontrol bende değil. Kabullenmesi en zor şeylerden birisi bu. İstediklerini ağlamadan elde eden bir koç kadınından, yolunu kaybeden vasat bir burjuvaya döndüm..

    Sevgiden yana olanla yandaş olan, soru sormaktan korkmayan, kendinden iyi olana karşısına rakip olmayı bileni, dünyanın yüküne Atlas olabileni isterken hayatımda. Şimdi muhatap olunan çirkinliğin sorgulamasını bir türlü aşamıyorum. Biliyorum, kahretsin ki biliyorum. Yalanlar devam edecek, iyi olan taşlanacak, doğruyu söyleyen kovulacak. Sonuç.. emeklemenin tadına gülümseyen bebekten, yürümenin anlamsızlığında boğulan yetişkine evrimleşmek olacak..

    Günlerdir uyanmaya direniyorum, ehliyetim için almam gereken dersten kaçıyorum, sağlığım için yürüyüş ve sporu erteliyorum, arkadaşlarımdan eksik kalıyorum, borçlarımı kapatacak iş bulmak yerine kendimi kafein ve nikotine bağımlı kılacak kadar hareketsiz yaşıyorum. Hani iyileşmiştim. Hani farkındalığım artmıştı ve bir şeyler yapmak daha kolay olacaktı..

    Bullshit!

    Doktorun verdiği 5 yıllık istek tablosunu bile dolduramıyorken, yarınıma dair planları nasıl daha sağlıklı yapabilirim ki?

    Dilerim sizi bacaklarınızdan daha sağlam taşıyanlar vardır hayatınızda. Böylelikle emekleseniz de, yürümenin anlamsızlığında boğuluyor olsanız da o yataktan sizi kaldıracak gücü hep bulursunuz..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..ÖFKELİ GÜNEŞ..

    Nankörlerin krallığından sesleniyorum!

    Hadi gelin birazcık hayal aleminde gezintiye çıkalım. Ucu bucağı sizin keyfinize kalmış bir tarla düşünün. Sınırına çitler gerin. İçinde istediğiniz tonda ağaçların olduğu, çiçeklerle bezeli, gökyüzüne ev sahipliği yapan bir ev tasarımı koyalım bir kenara, küçük bir su birikintisi, kuşların cıvıltısı, sevdiğiniz hayvanlar derken iç huzuru tamamladık. Şimdi sırada gerek vasatlığıyla, gerek kompleksleriyle, gerekse sevimli yönleriyle iç içe olacak insancıkları yerleştirelim etrafa..

    Evet, hayal dünyasının içine sıçacak insanların burada ne işi var diyebilirsin. Biliyoruz ki hayallerimiz seni her yere götürse bile anksiyete ataklarından, saklanma dürtüsünden saklayamıyor. O yüzden ilk iş gerçekliğin vasatlığıyla, hayallerimizde yüzleşmek olacak. 

    HERE WE GO!

    Önce travma mirasçılarım, bakımımı 28 yıldır üstlenmekten vazgeçmeyen, her ne yaparsam yapayım bana olan inançlarından vazgeçmemekte ısrarcı ailemi yerleştirelim. Şimdi eğitim ve öğrenim hayatımın içindekiler kısmını oluşturan sevgili öğretenlerim ve arkadaşlarımı koyalım. Sürekli değişime uğrayan iş hayatımdan insanları da ekledik, süper. Şimdi geri kalan çevremizi de ekledik mi, işte tamam. Şimdi geldi sıra onlara insan olma vasfını yükleyecek özellikleri eklemeye..

    Kimine şefkat, sevgi, kırılganlık, kızgınlık ve bunlarla birlikte güven ekleyelim. Bir kısmına kıskançlık, kibir, yalanlar, sadakatsizlik, saf kötülük ekleyelim. E bir de arada kalıp kukla olacak olanlar var, dertlerden sürekli kaçan, çıkarı uğruna insanların yanında duran, doğruyu görse bile sesi çıkmayan, gerzekliğin vücut bulmuş hali olanları ekleyelim. Şimdi aklıyla duygularının kölesi olanları da koyduk mu, evet. Şimdi sırada tüm bunlara tahammül etmesi gereken, varoluşsal sancılar içinde kimliğini bulmaya çalışan, yetmezmiş gibi adımını attığı her sokağa baharı getirmeye çalışırken kendisi çöl olacak olan sevgili öznemizi koyalım..

    İnatla doğruyu savunmak ne hoş, ama anla artık ahbap yalanlar olacak. Kibir ruhu köreltecek. Bazen istemediklerine şahit olacaksın, kabullenmek zor gelecek biliyorum. Kendinle kapışırken dünya es geçmeden dönmeye devam edecek. İnsanlar üstüne gelecek mesela. Borçlar birikmeye devam edecek. Anlaşılmadığını görmen uzun sürmeyecek, savaşsan da sevişsen de takvim kendini hızla eritmeye devam edecek. Köpeğin büyümeye, mevsimler değişmeye, insanlar özünde olanı dışa vurmaya devam edecek. Evet işte hayat akmanın yolunu hep bulacak. Sen kendinde istediğin çatlağı yarat, ya da yamalanmış san kendini. Karanlıkta, ışıkta çatlağı keşfedecek bir şekilde..

    Müzik durmayacak. Biyolojik yaşanın götürüsü getirisinden fazla olacak, ruhun bükülmeyi öğrenecek. Yaptıklarınla yapmayı umdukların arasında ya yürüyeceksin, ya duracaksın. Hep bir suçlu olacak. Sen kendinden kaçacaksın, bileceksin çünkü kendine döndüğünde ya pişman olacaksın, ya hain olacaksın. Çünkü kendini hep yanlış olanlara anlatmaya çalışacaksın. Aptallar arasındaki akıllı olduğuna, ruhunu ikna etmeye çalışacaksın. Yaşamın gizemini çözmüş olduğuna inanacaksın, umutlarını yiyip bitirecekler. Sense hep bir günahın bedelini ödemeye hazırlıklı olacaksın. Olacaksın, çünkü hak etiğin buymuş gibi gelecek.  Yalancılar susmayacak, aptallar inanmaya devam edecek, korkaklar sessiz kalacak, sahtekarlar oynamaya, hırsızlar ömründen çalmaya devam edecek. Sen zaferi kıl payı kaçırdıkça daha da öfkeleneceksin. Dünya sadece seninle ta**ak geçiyor diye düşüneceksin. Herkes seni yere sermek için bir araya gelmiş gibi olacak. Yaptığın hiçbir devrim ruhuna barışı getiremeyecek..

    Çünkü kafanı kaldıramayacaksın, bunu yapamayacak kadar yorgunum diyeceksin kendine. Ataklar yerini kendini sorgulamaya, sonrasında vereceğin hüküm kendini suçlu bulmana neden olacak. Kalemi kırıp idam edeceksin nefesini. Donuk pencere arkasından dünyaya bakmak için kapanacaksın evine. Sokak lunaparka dönecek bu sırada. Sense akreple yelkovana koşulsuz  teslim olacaksın. Pencereden girmeyen güneş yüzünden solan çiçek için bile ağlayıp, kendine ”bir çiçeğe bile hayat olmadım” zırvaları sunacaksın. Hükmü veren iç sesin seni zifirine mahkum etmeye ant içmiş gibi davranacak. Ardı arkası kesilmeyen öfke nöbetleri ve ataklar olacak bu yüzden. Önce perdeleri açmayı bırakacaksın, sonra telefonunu sessize alacaksın daha fazla yalan duymamak için. İnsanların zerresine tahammülünün kalmayışı seni kendi yalnızlığına itecek. Doktorun sana ulaşmaya çalıştıkça ona aynı başarısızlıklarını anlatmaktan sıkılmış olacaksın ve sana yakınlaşmasına izin vermeyeceksin. Hayatının içine ettiğini düşüneceksin. Tam da hasta olanın eğil, hasta edilenin düşmesi gereken bataklığa düşeceksin. Bu sırada birey olmayı başaramamış olanların arkandan atıp tutması birikecek, seni sevenler yavaş yavaş pes edecek, sadece ailen çaresiz gözlerle seni beklemeyi ise bırakmayacak..

    Buraya kadar! Nankörlerin ve aptalların dünyasında kapana kısıldın. Sen o kapanda mahkum olmaya devam et. Bu sırada salakça yalanlar hızını arttıracak, faturalar birikecek, sevdiğin insanlar yaşlanacak, sokakta ay ve güneş sırayla doğmayı bırakmayacak. Şimdi gelelim sana. Gördün gibi kol kırıldı, ve n’olursa olsun yenin içinde kalma modunu kapatmadı..

     Peki ya sen? 

    İçinde açılan o belli belirsiz çatlağı neyin keşfetmesine izin vereceksin, karanlığın mı yoksa ışığın mı?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..KENDİMİ KANDIRMA SANATI..

    Evet yanlış okumadın, kendimi..

    İnsan, el olanı eleştirmeye pek hevesli olur da kendine geldiğinde iş, gıkı çıkmaz. Taşı ilk kendime atıyorum bugün. Kim nem alır bundan, kim vay be şuna bak der bilmem. O da sizin probleminiz olsun. Her şeyle empati kurmaktan kendime yer kalmadı hayatımda..

    Bugün okun yörüngesine şaşkınlık yaratacak, ilk kendimizi vuracağız. Hazırsan, bağla kemerleri ve başlayalım..

    Duygularımın davranışlarıma hükmetmesi sonucu fişi kabartan bir bedel ödeme hesabı çıktı işin sonunda. Şimdi tek tek ödeşme zamanı. Niyetin ne olursa olsun eylemlerin can acıtırsa saf kötü olursun. E insanoğlu erdemle kırbaçlamayı da pek sever, bilirsin. Bırak kırbaçlasınlar dilediklerince, sen aynaya baktığında kendine kızmaya devam ettikçe o kırbacın tek bir fiskesini hissetmeyeceksin. Asıl acıyı ve cehennemi içinde kendine yaratacaksın çünkü. Bedenine azap çektireceksin, eklemlerin ağrıdan geberecek, organların lezzetli bir yemeğe hasret kalacak, gırtlağından 3 ton küflü ses çıksa bile inatla ardı arkası kesilmeyen sigara seanslarına devam edeceksin. Bunla yeterli kalır mısın sen, elbette hayır! Ruhunu çürütecek insan safsatalarıyla münakaşaya gireceksin, açıp bir sayfa kitap okumak yerine. Bu da yetmeyecek vasat hayatının temelli yıkılmasına! Çünkü kibrin buna asla izin veremez. Hep senin istediğin olmalı, elin kana bulansa bile sımsıkı tuttuğun o hayatın ipini hiçbir kudret bıraktırmamalı sana. Sen hep piramidin en üstünde olmalısın. Maslow çok darılır yoksa. Nede olsa başkaları için yaşamaya alışıksın. Bu sefer de bu ihtiyar için yaşayıver yahu ne olacak. Bununla da kalmayacak uyku düzeninin altı üstene girecek. Atmosferle bir yaşamayı bırakacaksın. Senin gündüzün onun gecesi olacak. Aşktan, arkadaşlıktan da yaralanmak konusunda nasibini almamış olsan hikaye yarım kalır. Elinle hepsini kendine düşman edeceksin. Kimisininse umurunda olmamayı başaracaksın. Bravo işte kendi cehennemini yaratmana son 2 gün kaldı. Aileni suçlayacaksın içten içe. Onlar kendince senin yanında olmak için her şeylerini ortaya dökecek, hatta öyle ki ortaya atacak kuru kemikleri kalmamış olacak. Sense yetinmeyeceksin. Çünkü seçimlerine sebep olan travmalarının kalıtım köprüsü onlar. E bir de eğitim ve öğretimin körleştirdiği yanlarında olunca değme keyfine, paşada bile yok bu tembel keyif..

    Karşına sana iyi gelecek, belki de antidepresan gücünde bazı insanlar çıkacak. İster tanrı gönderdi de, ister rastlantı. Sen onlarla en fazla birkaç ay geçireceksin ve sonra sana seni bataklığa çekecek olanlara doğru büyük bir heyecanla yürüyeceksin. Yahu ne yürümesi, adeta Usain Bolt misali koşacaksın. 100 metre yarışını birinci tamamlayacaksın elbette. Bununla birlikte hayat maratonunda yarışa başlamamış olacaksın. Bravo gerzek mükemmel yarıştı. Ter attın, zaman harcadın, efor sarf ettin, varış çizgisine yüzünde acınası bir gülümsemeyle vardın. Sonuç?

    Cehennemin yaratımının son günü. Terk edilmeler, anksiyete atakları, dünyanın derdi benimle mağduriyetleri, maddi çöküş, manevi yok oluş ve bom! CEHENNEMİNİZE HOŞGELDİNİZ..

    Şimdi geldik cehennem krallığının odalarını inşa etmeye. Yanlış arkadaşlıklar, tek gecelik ilişkiler, salyasına sigara yaktığın budalalar, çözümünün bir işe yaramayacağı problemler, zaman kavramının allak bullak olacağı iş hayatı, dost kazıkları, iğrenç cümleler karşında sinir krizleri, yetersizlik ve kompleks içinde çürümeye terk edilmiş bir ruh, geçmişte kemik misali öne atılmış güzel birkaç anıya özlem, hep şikayet, hep şikayet. Mevsimler kendini tekrar edecek. Yani sana öyle gelecek. Sokak kendine gün ve geceyi benimserken sen kara deliğinde nikotin ve kafein bağımlılığına bedenini terk edeceksin. Spor, kişisel gelişim, iş hayatı yani kısaca üretim hayatının devrini teslim edecek ve sadece tüketeceksin. Bravo küçük insan, ne de güzel sıyırdın kendini yaptıklarının sorumluluğunu almaktan..

    Ailen yanında olmaya çalışacak, sana hala değer veren birkaç kişi ruhuna seslenmeye çalışacak, köpeğin her gün sana olan inancıyla güne yüzünü yalayarak uyandırmaya devam edecek. Sense hakkında değersiz düşüncelere sahip olanları takmaya, cebinde olmayanı inatla harcamaya, pencereden giren güneşe sırtını dönmeye inatla devam edeceksin. Çünkü kırılmak ve bununla birlikte devam edebilmek, inanmak ve vazgeçmemek cesurların işi. Sense kaçmayı ve saklanmayı seçeceksin. Tebrikler, bir ömür nasıl çürütülür teorisini kanıtlamış ve literatüre geçirmiş oldunuz..

    Karanlığa bakmayı bırakıp, kendi ışığını keşfeden Tesla’nın yoluna girmen dileğiyle..

    SEVGİLERİMLE..

  • ..PEKİ YA SEN KİMSİN?..

    Başardım.. Yataktan kalkmayı başarabildim, sonunda..

    Karanlığında kalamazdım sevgili dünya. Aylar süren çabalamaların sonucunda yorgan ve yastıkla süren birlikteliğimin sonuna gelmiş bulunmaktayım.. Ah benim sevgili eski dostlarım. Biliyorum kocaman bir dört mevsimi beraber tükettik. Her ayrılışın sevdayla bir ilgisi var bence. Her sevda ayrılışla birlikte midir onu bilmiyorum..

    Kendim için kim olduğumu bulmalıyım sevgili eski dostlarım. Yerinizi kaldırım taşları, sıcaklığınızı özletecek yağmur ve rüzgar alacak elbette. Yine de bu sefer vazgeçemem. Krallığımın yıkılışından bu yana bana yarenlik eden sizlere sevgilerimi tüm içtenliğimle kabul edin lütfen, şimdilik hoşça’kalın..

    Kaba saba hal almıştım. Her şeye öfke duyuyordum, her şeyin, evet yahu aklınıza gelebilecek her şeyin yerle bir olması için öfkemle birlikte el ele verdiğim o anlar. Kendimden kilometrelerce uzaklıkta, kendime hiçte benzemeyen bir benle onca yol yürüdüm. Bir dakika yürümek değildi bu. Kendi başımın etini mangal yaparak, keyifle kendini tüketmekti diyelim. Kulağa kötü gelen her cümlede, gözün gördüğü her karanlıkta, tüylerimi ürperten rüzgarı her hissedişimde yastık ve yorgana sokuldum. Uyudum, uyandım, karanlığa baktım, uyudum, uyandım, karanlığı gördüm, uyudum uyandım, duydum en korkak sesleri ve uyudum. Zaman ben hüzünlüyüm diye durdurmadı kendini, bakkala giderken aklımın dalgınlığı hayatın kendini ertelemesine neden olamadı mesela. Çiçeklerim benim depresyonum nedeniyle susuz kaldığında ”onun için açmaya devam edelim nasılsa bir an olacak ve gelecek kendine” diyerek yapraklarını yeşil tutmaya devam etmedi. Ailem, arkadaşlarım benim iyileşmemi beklemek için yaşlanmaya karşı duramadılar mesela. Benimle kavgası olanlar yataktan çıkmamı ve güçlenmemi beklemediler. Hepsi kapıda sıralanmış yorgana daha da sokulmamı izlediler. İzleyip keyif alanlar bile vardı.. Beni yatakta sere serpe görüp neden kalkmadığımı merak etmek yerine hoyratça yanıma kıvrılmaya çalışanlar bile oldu..

    Benim kelimelerimden çok, yatağın, yastığın ve yorganın dilleri olsun isterdim biliyor musun? Hikayem. Hikayelerimiz.. Belki elim kolum, ayağım kaslarım öylece yattı. Ama gözüm görmeyi, kulağım işitmeyi, aklımsa kaydetmeyi bırakmadı. Evet sevgili dostlar ve vatozcuklar. Her ne kadar koma halindeysem bir o kadarda bilmeyi bırakmadım. Peki ne mi oldu? Ne heyecanlı değil mi? Acaba kim sahtekar, kim değil, kim dost, kim düşman, kim bu hikayenin kaybedenleri, kim kazanıp şahlananı olacak.. Herkes hikayedeki yerini gayet iyi biliyor artık, bence tabi. Kim vatoz, kim dost..

    Vatozlar. Onlar, ben acıdan delirirken sadece deliliğimi gördü. Görmek yetmedi, anlatmak için heyecanla fırladılar yerlerinden. Oysa sevgili dostlarım, kahkahamın altındaki deliliğin acısına bakmaya onu görmeye ne de çok çaba harcadılar. Minnettarım. Ama bunca kelimenin yansıttığı kırgınlık, kızgınlık ve minnettarlığın yanında en büyük ödül yaralarıma ve onun kendini göstermek için ortaya çıkardığı sevgili hastalığıma gelmeli.. Ben aklı ağzından fırlayan, kalbi prangalara baş kaldırırken yorulan, zaman zaman tırnak kırılmasına freni boşalmış soğan kamyonunda kalmış gibi ağlayan, daima acelesi olup hep geç kalan, zaman zaman mutsuzluğa ve huzursuzluğa tapsa dahi bunlardan aslında hep şikayet eden, fevriliği kalp kırsa da özünde sevilince sakinleşen, travmalardan kütüphane yapıp oranın kapısını daima açık tutan, kendisiyle bir küs bir barışık, basit denilen her şeyi arapsaçına döndüren, gordion düğümünü ise saniyesinde çözebilen, aklı karışlarca havada, dikkati bozuk trafik ışığı gibi yanıp sönen, kaplanla geyiğin dost olabileceği ihtimaline inanan, hızlı düşünüp hızlı hareket eden elbette bazen düşüncelerde boğulurken hareketsiz kalan, Lilith’le bağı olduğuna kendini inandırmış, drama üçlemesinin başrolü olan bir zat-ı muhterem olarak yazıyorum.. Buraya nasıl geldim durun özetleyeyim..

    Önce gerçeklik denizine yürüyüşe çıktığımı sanmıştım. Bu önce dediğimse atmosfer için hayli uzun zamanı gösteriyor tabi. Öyle dalmışım ki, ne yolun sonuna geldiğimi ne sonunda ayağıma çarpan dalgaları fark edemedim. Fark ettiğimde geç kalınmış bir kaybın içinde buldum kendimi, yüzleşmek için yüzmeyi öğrenmek gerektiğini boğulmak üzereyken anladım. Evet evet öyle lafta da değil ha. Bir boğulmaktır ki sormayın gitsin. İnsanı suya düşman kılar, bırak yüzmeyi, bir daha su içmeye tövbe ettirir.. İşte boğulmak dediğinde böyle olmalı. Hakkını vermeli deniz. Çarpmalı seni sana. Aşman için kirli olan ne varsa. Düşünceler, duygular, bunlara yol yapım ekibi olan travmalar. Her izi çıkarmalı derinden yüzeye. Öyle de oldu. Oldu olmasına da. Sadece ufak bir sorgunun eşiğinde donakalmış kendime bakıyordum. Bu ben, ben miydim artık, işte bundan pek emin değilim. Öfkem, kırgınlıklarım, mağduriyetim, kendimi haklı çıkarma çabalarım, ”ama yanlış olan bu, bunlar” diye haykırışlarım, doğru diye gördüklerim, arafına ev kurduğum seçimsizliklerim.. Her neyse anksiyeteme karşı gelen bir anlatım oldu bu. Nedense yazarken, yüzmeye çalışmaktan daha çok boğulduğumu hissettim. Ha bu arada laf aramızda yüzmeyi hala öğrenemedim. E ister istemez korkuttu deniz. Yürek yiyerek güne başlayan biri sayılmam. Travmatik olanları ağırdan alarak ilerlemeyi tercih ediyorum diyelim. Yine de su içmeye küsmedim, bence bu iyi bir başlangıç..

    Su içmeye küsmedim elbette, yine de aylarca denizi, yağmuru görmekten kaçtım. Yastığımla ve yorganımla olan ilişkim de tam o zaman başladı, aman ne tesadüf 🙂

    Yüzmeyi öğrenmek için geç mi kaldım bilmiyorum. Bildiğim tek şey bunu denemeden öğrenemeyecek oluşum. Evet su içtim, sevgili yastığım ve yorganımla vedalaştım, şimdiyse sıra gerçeklik denizine doğru tekrar yürümekte. Onca yol tersten giderek, hem de hiç farkında olmadan (kişisel gelişimcilere göre anda olmadan) kendime, kabullenişi zor başarısızlıklar inşa ettim. İşe yataktan kalkarak başlasak bile, önce yıktığım krallığın süprüntülerini temizleme gerek. Sonraki yol bildiğin üzere daha uzun. Geri dönmeler, yeniden yürümeler, muhtemel vazgeçiş istekleri, bunun yanı sıra inatla devam etmeler derken aslında en çokta gerçeklik denize vardığımda ayağımın suya değdiği anı iple çekiyorum. Tabi biraz da korkuyla. Sadece yürümek değil niyetim. Bu sefer manzarayı görmek, gördüğümünden duyduğuma her anı işitmek istiyorum. Ve varsa telafi olasılığı olanlar bunları da es geçmek istemiyorum, adı saçmalıklarla dolu düşünceler yüzünden. O yüzden kime, neye geç kaldım hepsini listeledim. Bu yoldaki en taze erzakım işte bu liste olacak. Başlığı kendime geç kalmayla atılmış o sevgili erzak. Telafisi olan olmayan ne varsa hepsiyle yolda tekrar merhabalaşacak, gülümseyip yoluma devam etmek için kalbimden gelenin en iyisini yapacağım. Sahi ben düştüğümle, kalktığımla yüzleşip kabullenmeyi ve yüzmeyi öğrenirken. Hikayeler peşinde koşuşturmak için ayağa kalkmışken sen kim olarak devam edeceksin hikayene?

    Ürkekliğin everestinde yalnız kalmaya devam mı edeceksin, yoksa kendine fısıldama cesareti gösterip atının süvarisi mi olacaksın?

    SEVGİLERİMLE..

  • ..AŞKIN PERHİZİ..

    TEK İHTİYACIMIZ BİRAZ AŞK VE DURUMU ROMANTİZE EDECEK BİR FİNCAN KAHVE..

    ”Canımın içi böyle şeyler sadece filmlerde olmuyor” dedirtecek bir aşkın, arayışından yazıyorum. How ı met your mother- Ted Mosby modu açık şu sıralar. Sahi sevgili okur merak ediyorum hiç aşık oldun mu? Ya da nasıl ayırt edebilirsin aşkı sıradan birliktelikten..

    Kendime tanıdığım tavizin cezasını çekiyor gibi hissediyorum şu sıralar. Meraka açılmayan yollar, risksiz yaşanan bir hayat neye yarar ki. Bir kitapta okumuştum depresyona girme ihtimaliniz 9’da 1 diyordu. İşte sevgili okur aranızdaki 9 kişinin 1’icik 1’i benim. Depresyona girişimle, aşka kazara rastlayışım. İkisi de planlarımın dışında, hayatımın tam orta notasında. Evet yanlış okumadın, nota. Sanki onlarsız orkestram tam olarak işini yapamıyor, ilham perisi sahneme uğramıyor gibi. Bir nevi, hatta tam anlamıyla yoğun bir boşluk hissi uyandırıyor..

    F*CK! Yine allak bullak zihnim, hızıyla cümleleri yerle bir ediyor. Konuya aşktan girip nasıl da yolda kayboldum yine. Sanırım hikayemin filmi çekilse yarısında yaşayacağım kafa karmaşası yüzünden uyurdum..

    Aklım ya dans eder gibi ya da dövüşür gibi çalışıyor. Her iki durumda da işler sürekli karışıyor. Mesela demin aşkın peşine düşecekken, bir an da aklımda ”salep içerken bulmaca çözdüğüm, salıncakta sohbet ettiğim, kahvaltının tadını çıkardığım, lunaparkta şımardığım” kişiyi hayal ederken sokağa öylece dalıp gittim. Hayat akıp giderken dedim kendi kendime, beni böyle olduğum yerde durduran şey ne?

    Olaylar buraya kadar fazla karışık geldi biliyorum. İşte benim için aşk bu dili anlayanla beraber yürümek sanırım. Peki ya başa dönelim senin için aşk ne, düşündün mü hiç? Hayatımızda adlandırdığımız kavramlar, anlamları her biri kime ait? Oluşturduklarımızı mı yaşıyoruz, yaşamak zorunda kaldıklarımızı mı? Yoksa üçüncü bir seçenek daha var diyebiliyor muyuz kendimize. Biliyorum kendine dönüp bakmak zor, o yüzden ben şu sözde örnek olan komşu çocuğu olarak kendimi ortaya koyayım, siz de hikayenize yer bulun..

    Ben; terk edilmekten korktuğu için her ilişkisini bilmeden zora sokan sonunda da ”gördün mü herkes gider” diye kendini haklı çıkaran, sevgi dili olarak sadece kendininki konuşulsun isteyen, alma verme dengesinde teraziyi hep bozan, kaygılarıyla bağlanıp kederiyle yoluna devam eden, Cem Adrian’ın herkes gider mi şarkısına içtenlikle ”EVET” diyen, içten içe hem zihnen hem bedenen işleri yoluna koymak için önce hastalanması gerektiğini bilen, ilgi bekleyen ama günün sonunda sıcak su torbasını kendi yapan, kendiyle tam olmadıkça başkasıyla bütün hissedemeyeceğini bilmesine rağmen inadına hikayesini başkasıyla tamamlamaya çabalayan tam da bu yüzden hikayelerinin başı ne kadar güçlü olursa olsun sonu hep zayıf olan şahsına münhasır bir zatım..

    Tamam kendimizi dövme konusunu bitirdik, şimdi sıra dansa kaldırmakta.. VE BEN; herkese inanmayı seçen, hani ayı yavrusunu severken öldürürmüş hesabı sevdiklerimi baş üstü yapan, kendi yaralarımı unutup onlara merhem arayan, acılarını kişiselleştirip düşmanlarına öfke duyan, dost gibi sır, anne gibi sahiplenici, baba gibi korumaya çabalayan, kardeş gibi yalnızlık hissini yok etmeye çalışan, herkese ev olayım da varsın ben kaldırımda da yatarım diyen uslanmaz bir çocuğum..

    Hak ettiklerimden çok, cezalarıma odaklandığım uzun bir hastalık dönemi yaşadım. Biliyor musun sevgili okur bazen ben de birileri evim olur mu diye çok bekledim. Bu süreçte ailemi uzak, aşklarımı ve arkadaşlarımı yakın tuttum kendime, hoppp bingo. 27 yaşında dikili ağacı ve evi değil de, böyle etrafa savurduğu kelimeleri olan. Aşkta yalnız kalmış, arkadaşlıkta aldatılmayı seçmiş biri oldum. Elbette sokağına uğramadığım ailem benden hiç vazgeçmedi..

    Bak ben uzattıkça uzatırım bilirsin. Şimdi sana kıssadan hisseyi ve perhiz reçetesini bırakıp (ki umarım bu yazının sonunda ”yalnız değilim bana inan biri var” dedirtir) battaniyemin altına girip, penceremden akıp giden hayatı izleyeceğim..

    Ardı arkası kesilmeyen ilişkiler yaşadım hem arkadaşlıkta hem aşkta. Aşk dediğime bakma elbette çok sevdim, sevildiğim zamanlarda oldu yine de aşkın büyüsüne bir kere kapılım desem yeridir. Her neyse. Ben kırmaktan, kırılmaktan, insan kaybetmekten ne kadar korktuysam o kadar kırdım ve kırıldım. Ha bunla kaldı mı, elbette hayır. Ne kadar değer verdiysem, bir şeyleri beraber yapmak istediysem o kadar yalnız hissettim. Dedim ya başkalarının bahçesine çiçek ekerken, onlarda benim bahçeme el atar diye beklemişim aslında. İşin özü kendimden kaçtıkça, sevmekten korktukça daha da karanlığa gömülmüşüm. Kafamı, bacaklarımı sokmuşum yatağın altına beklemişim de beklemişim. Birileri gelse de bulsa beni diye. Öfkemin altındaki sevgiyi, sessizliğimin altındaki çığlığı, mizahımın altındaki korkuyu görsün diye çırpınmışım da çırpınmışım..

    Eee bunların toplamı beni duvardan yere, yerden, yatağa çarptı tabi. Bölündükçe bölündü aklımda, duygularımda. Kayıp parçalar, anlamlandırılamayan duygular, herkesin önüne sunacağı kozlar, yüzleşmesi acı kahkaha attıran seçimler ve karşınızda aklı cümlelerinden daha dağınık sevgili ben. Biliyorum bir gün herkes toprağa karışacak ve ben hala kimseyi kaybetmek istemiyorum. Seçimlerimiz bizi yol ayrımlarına götürecek ve ben edalardan hiç hoşlanmamaya devam edeceğim biliyorum. Fakat bu sefer aynaya baktığımda ağlamaktan gözleri şişmiş, ne yapacağını bilmeyen, kaybolmuş, kırıldıkça keskinleşen, karanlık dışında bir şey göremeyen, keskinleştikçe batan, kendine cezalardan ceza beğenen birini değil. Aşka yeniden kucak açan, insanlara güvenmeyi bırakmayan, dans etmekten şarkı söylemekten vazgeçmeyen, sokakta kahkahasını, parkta neşesini, battaniye altında depresyonunu, balkonunda tavuk pilavını, ansızın çıktığı yürüyüşlerde gözü yaşlı ya da düşünen birini gördüğünde sigara uzatıp nasıl olduğunu soran, sınavları ilkinde geçemese de pes etmeyen, tez canlı olmasına rağmen sabretmeyi öğrenmeye çalışan, nefes alan her canlıyı gülümsetmeyi seven o çocuğu, hırçın olmasına rağmen günün sonunda sırnaşmayı seven o kadını..

    Bilmem bana cevabın olur mu ya da kendi içinde kendine bir cevap sunar mısın bilmem. Ama yine de soracağım sevgili okur. Sen aşka, aynaya baktığında ne görüyorsun?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..AKIL KIVRIMIMIN BOZUK KİMYASI..

    Tüm bunları yapan ben miyim gerçekten?

    Nerdeyse emindim. Kendimden. Her şey öğrenmem gereken dersler doğrultusunda ilerliyor; bense hem öğrenmeye aç, hem bir o kadar fevri, hem de tembel bir öğrenci olma niteliği taşıyordum. İyi de nasıl oluyor da her şey matematiğin çok daha üstüne çıkıp, var olan kimyayı alt üst edebiliyor ki..

    Her neyse. Bak kavgaya vaktim yok. Birkaç dakika içinde engellemiş olacaksın, bense sonsuza kadar kaybolacağım kendi simülasyonumda. Gel gelelim durumlar beyin kıvrımlarımda fazlaca karışık. Evet, evet biliyorum bu seni ilgilendirmiyor. Yine de bu birkaç dakika ilgilendiriyormuş gibi anlatmak istiyorum. Akıtmam gerek o kıvrımsal zehri. Dayanamıyorum. Aklımı zımparalayıp duruyor. Paranoyalarım nüksetti. Penceren baktığım da gördüğüm şu manzara, ne kadar eşsiz ve bir o kadar tatsız.. Kucağımdaki yavru köpeğin sıcaklığı, müziğin beynimi kavrayışı. Ah evet şu ”senorita” şarkısı. Hatırladığım son dans. O tadı damağımda kalan, gerçek duygularla sarıp sarmalanmış o katıksız an.. Beni bana iyi gelen gerçeklikten ayrı tutan, uzak kılan şu arsız arzularım yok mu. Her birini tek tek kazığa oturtup yakma istiyorum. Yakacağım, bu gece. Sadece öncesinde seninle son kez bu dans için ayağa kalkmaya ihtiyacım var..

    Peki, ”careless whisper” şarkısı demek. Güzel tokat. Bir satranç ustasını dansa kaldırmak için çabaladığım gerçeğini de unutuyorum ara sıra. Evet ya. Evet kaçtım, hatalar yaptım. En kötüsü benimdir belki kim bilir. Yine de benim de hücrelerimi oluşturan dersler, bu kötü tecrübelerden geçmiyor ? Benim hata kotamı doldurmaya hakkım yok mu? Sus. Beni ilgilendirmiyor demekten daha iyisini yapabilirsin. Umursamaz olmaktan çok daha iyisini yapabilirsin. .

    Hayat düzlemimi tıka basa hatalarla ve hüzünlerle doldurdum. Şimdiyse zihnimi alevlendirecek bir neşeye ihtiyacım var. O kusursuz, ihtişamlı neşeye. Kelimelerin büyüsüne maruz kalınacak, sarmaşık gibi büyüyecek bir neşe gerekli şimdi. Düşüncelerimin yönsüzlüğü, duygularımın yönünü ayak altına aldı. Ve ben şüphelerin peşinde aylak aylak dolandım durdum. Altında ezilmediğim bir eylem beni nasıl ben yapsın ki. Bak işte, asfalt kadar düz oldum şimdi. Ne işe yarıyor gerçi, geç kalınmış bir mezuniyet. Elinde kağıt parçası, avel avel bakıyorum ”şimdi ben bununla n’apıcam” diye. Boğuluyorum yaşanılanların yalnızlığında. Beni, ruhumu parçalıyor gerçeklik. Tamamlanmamış hikayeler peşimde. Hepsinin finalinde oynayacak olan hüzünlü palyaçonun acısı iki katı şimdi içimde..

    Baksana aptallığın dalgınlığıyla önce dans pistinden men edildim, sonra sarayın avlusuna atıldım şimdiyse penceremdeki manzarayı kaçırdım. Çeyrek asırlık şu ömrün derslerine bakıp soruyorum şimdi kendime. BEN ŞİMDİ N’APICAM?

    ..SEVGİLERİMLE…