Yazar: yildizlaraltinda

  • ..MÜCBİR NOTLAR..

    ..KEŞKE DÜNYA SIRTIN KADAR GÜZEL OLSA..

    (23.08.2019)

    Kabil Habil’in son nefesini aldığından emin oluyordu, bense dizlerimle yerin kavuşmasını deneyimlemekle meşguldüm. Havva yasak elmaya meyletti, yağmurlu ve vasat bir andı, bense ileride kendime zulmetmeyi görev edineceğim harflerden cümle kurmayı öğrenmekle meşguldüm. Adem cennetten kovuldu, bense bir sahafın en kıymetli rafından kaderime yön verecek o kitabı seçmekle meşguldüm. Zeus zincirlerinden kurtulmakla, bense kendimi zehirleyecek sarmaşıklarla dolu bir labirente doğru sürüklemekle meşguldüm..

    Ne mutlu yaşamını, kaderini başkalarına emanet etmeyenlere. Bense kendimi baştan okumaya çalışan bir ahmak oldum. Gerçi bu neye yarayacak ki? Buraya dökülecek kusurlu hatalar benim tayin edemediğim ömrüme yarar sağlamasa da umarım okuyanlarda ampulü yakar. Kendime seçiğim dolambaçlı ve manzarasız yolları buraya çizerek anlatmak isterim. İsterim ki bir ruhu huzursuz edeyim, ne çok isterim bir ruha dokunmayı..

    Öylece oturup balkonumda müzik dinlerken ve kahvemi yudumlarken beni bu kelimeleri kusmaya iten şey ne peki? Telaşlı kalabalığın gürültüsü mü, rüzgarın acımazsızca yüzüme vurduğu o koku mu, telefonumdan silmeyi unuttuğum o eşsiz gülümsemenin olduğu fotoğraf mı peki? Elbette bunlar birer romantik sebep, ben ise rastgele seçtiğim kitabın arasından düşen, geçmişin tarihini üzerinden silmemiş o not buralara kadar itekledi. İçimde adını koyamadığım, ruhumu kırıp geçiren bir duygu belirdi öylece. Ne olduğuna dair fikir lazım bana, sinir uçlarıma teması engelleyen bu duyguyla ilgili. Bilinçdışım da bir hüzün var. Beni bu satırlara sürükleyen şey aslında bir şeyleri anlatmaktan ziyade sinir uçlarımın uyuşukluğunu giderecek bir meşgale yaratmak..

    Bir cümle, insanın yanılgılarını, hem de zekice gördüğü yanılgıları nasıl da toka gibi bir bir vuruyor meğer yüzüne. Bedenimin aldığı bu darbe aklımda depreme sebep oluyor. Yeter mi, elbette hayır. Paranoyalar, nevrozlar ruhumda ürperti uyandırıyor. Anılar, seçimler, kulakta çınlayan onca kelimeler canlandıkça gökyüzümde içimde bir şeyler sıkışmaya başlıyor. Sanırım bu da özgür bırakmak istediğim ve yenilenmeyi hak eden sevgili duygularımın küçük bir manifestosu..

    O zaman şöyle başlayalım. Etrafınızda olup bitenlere canı gönülden en son ne zaman baktınız? Ben bugün o notun serin tokadıyla şöyle bir göz attım. Sonuç felaketin parabol tepe noktası resmen. Mutsuzluğunun farkında olmayan, sınırlarının tahribine izin veren, kendinden bir haber, ne ister ne istemez düşünmeden bir alıklıktır sadece yaşayıp geçen canım insancıklar. Derinliğin hastalık sayıldığı yüzeyselliğin can bulduğu şu caddelerde kaç kez görerek, duyarak, birilerinin çürümeye yüz tutmuş ruhunun farkına vararak yürüdünüz gerçekten.. Duyguların bitkisel hayatta olduğunu, kelimelerin ruha tezahür etmeden uçup gittiğini görüyor musunuz sahi?

    Komşuyu gömmek kolay, bense bugün kendi yanlışlarımızın cenazesini kaldırmayı, yeni hatalara yer açmayı teklif ediyorum bu satırlarda. Namluyu kendine doğrultmak zor kabul ediyorum. Sahi bakalım kaçımız cesaret edecek aynadakinin yüzüne bakmaya, oluşmuş o çizgilerin hikayelerini görmeye?

    Söze tanısı konulmuş olan, seçimlerime öncesinde benden habersiz, şimdilerde kendisiyle yürüdüğümün farkında olduğum sevgili manik-depresif ve kardeşi depresyona teşekkürle başlamak isterim. Kendileri emek ve zamanımızı bolca harcadıklarımızın bizi anlama, sevme, zor zamanlarımızda yanımızda olup olmama testleri yaparak hayatımdaki insanları seçe eleye yola devam etmeme büyük ölçüde katkı sağladı. Gelelim biricik öfkeme ve onun temelinde yatan güzellik uykusundaki hayal kırıklığına. Fevri çıkışlara, ani kararlar, ağlama krizine neden olacak mağduriyetler ve elbette düzeni sağlamak yerine olup biteni yıkıp geçecek kaotik davranışlara. Bak hepimiz (en azından çoğumuz diyelim) sevmeyi, sevilmeyi, huzuru, güveni ve daha birçok zırvayı hayatımızda istiyoruz. Emek ver, en kıymetli hazine denilen zamanı bol keseden harca. Sonuç; öfke nöbetleri, ben bunu hak etmedimler, önce suçlama, sonra kendinde suç arama evreleri, battaniye altı çikolata seansları, burunda derin izler bırakan tuvalet kağıtları, ”sen daha iyisine layıksın” gibi serotonin salgılatmaya çabalayan arkadaş ve aile desteği. Yani önce Yıldız Tilbe vazgeçişi, sonra Sezen Aksu kabullenişi ardından Demet Akalın atarı gideri ve perde.. Şuan hangi evresindesin hayatının; öfke, inkar, pazarlık, depresyon, kabulleniş ya da intikam? Ben bütün evreleri bir güne sığdırdım, (intikam hariç, onu karma benim için hallediyor) bil bakalım ne oldu, elbette elimde bir cümlelik not ve soğumaya yüz tutmuş bir fincan kahvemle bu satırların başındayım. Elbette başa dönmeyi istediğim ve olmasa da olurmuş dediğim anlar, aga sağlık her şeydir deyip umarsızca sağlımı mahvettiğim zamanlar oldu. İşin sonunda şamalara göre dersimi öğrenip devam etmem gerekirdi elbette. Bense saymayı bıraktığım tekrarları şimdi satırlara nakış olarak işliyorum. Bugün olsa, diye başlarız ya çoğu zaman hah işte ben elbette çeyrek ömürlük hayatın belli maçlarına yeniden çıkmayı isterim, lakin bu sonbahar bana gösterdi ki bugün olsa en çokta o cümlenin kıymetini bilirdim. Hep insanlara sonsuz şans verip olmayacağından, ha bir de yığınla kırgınlık ve yorgunluktan, emin olduktan sonra gitmelerini izlerim. Yani bazen gitmeye de cesaret edemem ve gitmeleri için elimden geldiğince şımarırım. Ben hayatın ipini kolay bırakanlardan olamadım maalesef. Elim ne kadar kanarsa kanasın, bana iyi gelenleri ne kadar net görürsem göreyim, bir yerlerde o ipi bırakmaktan hep çok korktum. Şimdi elimde kesik izleri, gülümsenin tadı damağında kaldığı bir fotoğraf ve kitap ayracı olacak bir not dışında pek bir şey kalmadı, kalmamış daha doğrusu malum yeni fark etme sancıları..

    Ben bir köşe de sancımı çekedurayım, gelelim son olarak sana. Bak ahbap! Ben gezgin olacağım diye mola verilecek manzaraların en güzel yerlerini kaçırdım ve şimdi yeniden başlamak dışında elimde kalanları biraz önce okudun. Bir fırsatın varsa oldurtmak için, küçücük bir umudun kaldıysa, affedecek kadar yüceyse sevgin, güvenecek kadar ve kendinle, yaralarınla, hatalarınla yüzleşecek kadar cesursan, sözde değil özünde var etmeyi istiyorsan. Çabala, emek ver, ”ne istiyorsun” sorusuna sesin gür çıkacak şekilde cevap ver ve korkma. Yüzyıllardır okuduğun kitaplar sana kaybedince değerli olan önemli olmaz der, dene der, kör olma, ben deme. Haklılar.. Bugün, bu satırlara son verdikten sonra bana ve geceme balkonda, battaniye altında kahvemi yudumlarken Şebnem Ferah’ın ”YA HEP YA HİÇ ve UTANGAÇ ” şarkıları eşlik ederken aklımda cevabı hep varsayımlara komşu olacak ”kazansak da kaybetsek de denemeye değmez mi” sorusu olacak. Eğer bu cümlelerin sonunda kendine bu soruyu sorduğundan varsayımdan öteye gitmek için bir şansın varsa onu kullan dostum. Çünkü bazen kazanmak ya da kaybetmek değil, denemiş olmak yazar şiirlerin ve destanların en güzelini..

    ..KENDİ HİKAYENİN KAHRAMANI OLMAN DİLEĞİYLE..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..PARANOYALARIM..

    Depresyonun ilk günü..

    Yalan, 8 ay oldu kendisi hayatıma gireli. Daha doğrusu hayatımda olduğunu öğreneli. Kendimi ne zaman kaybettiğimi sorarsan, işte buna cevabım yok ahbap(YALANNNNNNNNNNNN)..

    Aylarca devam eden rutinlerden ayrı kalacak birkaç şey yaptım bugün. Bademli değil, karadutlu dondurma yedim. Müzik dinleyerek değil, dizi izleyerek başladım güne. Kahvemi başka yerden söyledim. Yatağımı toplamadım mesela. Şimdiyse yazıyı, dağ manzaralı betonarmede değil, kaçtığım duyguların karşısındaki kahve dükkanında yazıyorum..

    Hayatımın merkezine çizik atarken gönyemin kaydığı, ve yoldan uzaklaştığım bir yaşam formu oluşturdum. Aman ne sürpriz ama. Sanki her şeyde orantılı yaşamayı becermiş, iş yenisini oluştururken karmaşık bir hal almış gibi konuşmalarım yok mu, ilahi ben..

    Çok konuşup kelime israfına izin verdikçe hikayeyi unutmaya, dolayısıyla hiç başlamamaya ısrarla devam ediyorum. Harbiden ben bunca çıkmaza kendimi sürüklemeye neden ısrarla devam ediyorum..

    Sürekli devam eden şey döngünün kendisi değil, hatalara yol olan ısrarın kendisi.. Olmayacak olanı oldurtmaya çabalamak mesela. Gelmeyecek olanı, gelmemesi gerekeni beklemek mesela. Kendine inanacağın basit ve anlaşılır yalanlar söylemek. Kaçmak yaşamın kendisinden. Sahi kedi de kaçabilir miydi ölümün kendisinden? Ha evet, o kedi.. Göz göze birkaç saniye geldiğimiz, sonrasında asfaltla bir olan o kedi..

    Durakta oturuyordum, evet evet şu takıntılarımın merkezi olan köprü var ya hah işte onun altındaki durakta, öylece dalmışım arabalara. Bembeyaz bir kedi döndü, birkaç saniye baktı, karşıdan karşıya geçmeye hazırlandı, veee. İlk yarı tamam. Şimdi ikinci yarıyı iyi oynamalı ki kavuşmalı kaldırım hapishanesine. Bir anlık dalgınlık. Ve sadece kan içinde kıvranış, birkaç saniye. İşte bu. Özü her şeyin. Öylece, saliseler içinde, çoğu kendi seçimin olsun ya da olmasın fark etmeksizin, sonucuna kendisinin katlandığı bir olgu daha. Ve bu sefer geri dönüşü olmayan bir adım. Bir seçim..

    Ölümün kıyısında oturup, yaşamı solumak bana ne kazandırdı peki? Ya da neyi kaybettirdi?

    Doğru ya illa bir kazanç, bir kayıp olmalı. Gecenin gündüzü, tekilanın limonu, Batman’in Joker’i, sigaranın ateşi, kitabın harfleri. Peki benim diğer yanım, diğer yarım. Yaptığım seçimlerden, oynadığımı sandığım oyunlardan fazlaca sıkıldım. Hadi ama yalanı bırakacağımıza dair söz verdik. Tamam şöyle desek daha doğru. Bırakalım artık şu yoruldum, bıktım zırvalarını. Bıkan harekete geçer, bahaneler değil çözümler üretir. Merkezini sarsacak artçı depremlere neden olan durumlara izin vermek yerine; tahribata uğramış olanı onarmayı, sabrın sükunetine kavuşmayı, yıkım yaratmak yerine yıkılanları yapılandırmayı dener. Evet, evet en azından bir şeyler için deneme yanılma yöntemini kullanır. Bense ne yapayım işte. Kaçmakla, suçlu hissetmekle, suçlamakla, en çokta oturduğum yerden beklemekle meşgulüm.. Kendime meydan okumuşluğum bile var. Kendini kandırmaya ihtiyacı olan bana ulaşsın, elimde inanılmaz yöntemler var. Hepsi denenmiş, onaylanmış, karşımıza geçenlerin davranışları bazında değerlendirmeye alınıp kuruldan geçmiştir..

    PEKİ ŞİMDİ NE İSTİYORUM?

    Ne istemediğim konusunda. Hatta ne istemediğimiz konusunda bence ortak paydadayız. Huzursuzluk yaratan eylemler, belirsizlik yaratan insanlar, ne istediğini bilmez tavırlar, rutine binmiş sıkıcı anlar, dogmatik düşünceler, değersiz hissettiren ve çaresiz bırakan durumlar. Daha saymaya devam edecektim ki panik atağımı tetikler bir hal aldı. Gelelim şimdi sözde isteyip özde bir bok yapmadığımız isteklerimize. Anlaşılmak, sevilmek, güvenebilmek, aç kalmamak, blah blah blah. SIKTI.. Hadi şu tokat atacak gerçeklerden bahsedelim. Yine aceleci davrandığımı düşünüyorsun, bu sefer değil. Just, keep going! Mesela; istediğin her arzuya ulaşabileceğine inandığın anlar, egosantrizmin verdiği yetkiye dayanarak her şeyi ve herkesi yok sayan aptalca seçimler, yalanlar silsilesine rağmen güvenilen biri olmak, burjuva gibi kaçıp devrimci gibi saygı duyulmak, ilaçlarla iyileşebileceğine inanmak, gübre olmadan tanrıyı oynamayı istemek, hem sürekli kaçmak, hem karmaşanın kendince çözüleceğine inanmak. Taşın altına elini sokmaya üşenmek, ama iş dağa hesap sormaya geldiğinde göğsünü kabartıp çıkmak er meydanına..

    Yüzleşmek, kabullenmek ve yoluma devam etmek. İşin özüne olan yolculukta, otostop çekip doğru yolu bulacağına inanmaktı aslında benimkisi. Ne yaptığın değil, bir şeyler yapıp yapmadığın önemli olacak daima. Sen sadece kendine geç kalmışlık kılıfı giydiren, kendine yalanlarında usta bir tiyatrocu olan, en kıdemli öğretmenlerden bir şeyler öğrenmemeye yeminli, kendine sağır, duygularına haksızlık eden, düşüncelerini kapkara dehlizlere tıkıştıran. Hep bir kahraman gelir umuduyla donuk pencereden gökkuşağını gördüğüne kendini inandırmış. Kendine sevgisiz dünyaya bonkör. Kendine öfkeli dünyaya kucak açmaya çalışan..

    Ellerin kan içinde. Kontrol edebileceğine kendini inandırdığın hayatın iplerini inatla tutuyorsun. Her şeyi doğru yaptığından emin bir halde yorganın altında saklanıyorsun. Görünmez olduğun diyarda kendini tanrıça ilan ettin. Ve sen kendin için kurduğun mahkemenin acımasız yargıcı. Gel beraber şu mürekkebi bitmiş kalemi kıralım ve son bir karar alalım. Hikayendeki dünyalara hayat verelim. Köprü altındaki durakta ölümün kıyısında beklemektense, köprüyü yakıp yaşamın içine dahil olalım. Hayallerini falcılara değil, sahip olduğun paranoyalara emanet et ve korkma..

    İçindeki çocuğu korumak için en iyi savunma ve saldırı yöntemlerini kullandın bugüne kadar. Nedeni masumca olsa da, sonucu kırgınlıklarla doluydu. Şaşıracak bir şey yok bunda. Sen o çocuğa bakmak için inandığın şeylerle çeliştin. Sakin kal, aklını okumuyorum, bilmiyorum dediğin şeylerin kaçtığın korkuların olduğunu görmeni istiyorum sadece. Hem baksana olanlara hatta olmayanlara. Düşüncelerine fazla gelen duyguların, duygularından kaçmana sebep düşüncelerin oldu. Kaosun sevimli elçisi. Gel artık kaleye ihtiyacın kalmadığını kabul edelim. Savunma ve saldırı hatları tahrip oldu. Bir usta gibi inşa edecek, bir çırak gibi yeniden öğreneceksin. Korkuyorsun, istediklerinden değil kendinden. Kendini yine hayal kırıklığına uğratmaktan. Şimdi bana bir tane hikaye anlat; içinde hayal kırıklığı ve kırgınlık olmadan kendi düzenini yaratmış, sevgiye erişmiş, Fenikse kavuşmuş..

    Darmadağınıksın ve bu başlamak için ideal bir yol. Bırak içinde biriktirdiğin öfke rüzgarını, bırak ki sonbahar gereği olan yaprak dökümünü yaşayıp düalitesi olan ilkbahara hazırlasın kendini..

    Hiçliğine kavuşman dileğiyle..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..KAOSUN BEŞ AŞAMASI..

    İflah olmaz bir aptalın dünyasına kuş bakışı dalış gerçekleştireceğiz birazdan. Kemerlerinizi sıkı bağlayın çünkü bu kadar aptallık silsilesi karşısında öfkeden deliye dönebilir, yenmekten tükenen tırnaklarla yazıdan ayrılabilirsiniz..

    Aklım kesinlikle bana hizmet etmek dışında her şeye köle olmak konusunda müthiş bir istikrara sahip. Israr, hata yapmanın en kolay yolu. Bense yanlışların atlası, oturduğu yerden başkalarının keşfine ”şerefsizim bu benim aklıma gelmişti” isyanı, kendine yalanın efendisi, başkalarına mağdurun tanrısı olma yolunda emin adımlarla ve keskin ısrarla ilerliyorum..

    Ev sahipliği yaptığım; öfke, anksiyete, depresyon, yetersizlik, mağduriyet, yalancı koma.. Komşusu olduğum; huzur, sevgi, heyecan, başarı, hayaller.. Bu sokak kimimizin duygularını boğazına düğümlüyor, kimimizin hayallerini şaha aldırıyor. Terazinin işleme mekanizmasında duygular ve düşünceler, davranışlara kırbaçla baskı uyguluyor. Güzel, şimdilik bunun bilincindeyiz.. Şimdi gelelim sürekli başa döndüren aptallığın, kaotik yapısını alaşağı etmeye. Ya da tekrar başa dönmek için aptallık etmeye..

    Gözünü nefes daralmasıyla açmak, yine yaptım aynısını fısıltısıyla beyne darbe yapmak, geçmişin taktığı çelmeyle düşmek, üşengeçliğe uyduracak kılıf kalmadığı için içinde biriken öfkeyle yorganı sımsıkı tutmak. Sürekli kendinle kavgaya girişmek ama fight club’ın ana felsefesini unutmamak. Bundan kimseye bahsetmemek ve elbette kimsenin nitelendirdiği öznenin kişinin sadece kendisi olması..

    Buraya kadar her şey karmaşa içinde geldiyse gözüne, güzel, devam edelim o zaman..

    Uyandım, çapak kaplamış gözlerim, kendini suçlamaktan başka bir düşünceye sahip olmayan beynim, sürekli hesap kitap yaptığım geçmişim.. Kendimi hep ertelemem, insanlara koşa koşa gitmem, kendim dışında herkese faydamın ve el uzatmamın olması, iş kendime gelince hep pes etmem, vazgeçmem ve üşenmem.. Kendimle öyle güzel oynuyorum ki sonu artı ya da eksiye gitse bile fark etmez çünkü işin özünde hep kaybetmek var. İnsan kendine mahkumken, kendine mecburken ve kendisine çevrimdışıyken nasıl oluyor da başkalarına böyle ilgili ve müsait olabiliyor? Bu umursamazlığın, kendine göstermediğin sevginin başkalarına cömertçe verilmesi nasıl bir aptallığın eseri olabilir ki?

    Kendini bu kadar yok sayan biri hayatı nasıl olurda var edebilir ki? Kendime duyduğum öfkeyle mahalleyi ateşe verebilirim. Yine de bunun için bile yerimden kalkmaya üşeniyorum. Evet, evet ben kendim için yaşamaya sürekli üşeniyorum. Başkaları söz konusu olduğunda uykumdan bölebiliyor, amigdalamı harekete geçirebiliyorum elbette. Aaa ama söz konusu bensem öyle umursamaz, öyle başıboş öyle suçluluk duygusuyla yüklü eylemlere meyilliyim ki, sorma gitsin. Hatta sor ya, baya baya hesap sor. Sen bu mahallenin Oblomov’u olmuşsun, aranızdaki fark onun oturması için sebepleri varken senin elinde kendine söylediğin yalanların var. Kendini oyalamaların, başarıyı hayatında var edemeyen üşengeçliklerin, başkalarının bahçesinin proletaryası, kendi evinin hüsrana uğratan fevri afacanı..

    Aferin kızım, aferin hücreleri öfkeyle ve üşengeçlikle dolu yorgun savaşçım. Evren bi seni dansa kaldırmıyor zaten, bir seni yok sayıyor, bir sana kızgın. Halbuki şu pencereden bakabilsen, görmeyi bir başarabilsen. A tabi bunun için önce o lanet uyuşukluğunu aşıp, bataklığından kalkman gerekecek. Hareket etmen gerekecek, ilginçtir ki bu sefer kendin için. Bu kendine yalan söylemelerinin dini imanı yok, zincirlerle hayatında var olmaya, katlanarak büyümeye devam edecek. Ha tabi sözde bundan şikayetçi sen, lafın dışına çıktığında bundan gayette keyif alan yine sen..

    Seçimlerini güdülerin yönlendirdi ve kaybettin işte. Verdiğin emeği, zamanı, sevgini, işte her ne halt verdiysen özünden. İnatla hareketsizliğinle bunları katlamaya işin özü kaybetmeye devam ediyorsun. E madem böylesin niye bu şikayet, gülüyor musun gerçekten, keyif alıyor musun ya gerçekten kendini böyle erdemle kırbaçlamaktan..

    Hergelelik hayatta değil; önce duyguların, ardından düşüncelerin ve akabinde davranışlarında. Şimdi bırak şu kalem kağıtla edebi ağızları da o umursamaz ama şikayete boğulan hayatına geri dön. Çünkü seni senden başka alt edecek ne bir düşmana ihtiyacın var, ne ayağa kaldıracak dosta. Sen uslanmaz, kendini kandırmaktan vazgeçemeyecek, anca şikayet etmeyi bilip bunu değiştirmek için götünü asla kaldıramayacak kadar kibirlisin..

    ..SANA SENİNLE GEÇİRECEĞİN ÜŞENGEÇLİK, ERTELENMİŞ VE UMURSAMAZ BİR GÜNLE MUTLULUKLAR..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..HASAT ZAMANI..

    Tam altıncı bahar geldi. Masadan bir türlü kalkma cesareti gösteremediği, muhasebenin içinden çıkamadığı tam altı bahar..

    Bildiğini sandığı her formülü denese bile alacak verecek dengesi oturmuyor, terazinin bir tarafı hep aşağıda kalıyordu. Parmaklarındaki son güçle kalemini tıraşladı. Alnındaki teri sildi, kağıtları tarihine göre yeniden sıraladı ve başladı tekrardan eksik olan kısmı bulmak için.. Saatin tiki canına tak etmişti artık. İç çeke çeke, her seferinde dön başa hesap yapıyordu. Yapıyordu yapmasına da, daha fazla dayanacak güç, yazacak formülü kalmamıştı. Denklemin tepe noktasından kendini asması an meselesiydi. Kalemin ucu kırıldı, uyguladığı baskı parmağında acı hissi uyandırdı. Yumruğunu sıktı ve öfkesiyle kavgaya başlayacaktı ki bir anda bir ses duydu. Dikkatini tamamen kaybetmeden önce son kez önündeki deftere baktı, kahvesinden bir yudum aldı ve yavaşça ayağa kalktı..

    Vücudunun karıncalara ev sahipliği yaptığını yeni yeni anladı. Adım atmakta zorlanıyordu, yine de merakı bedenini ele geçirip karıncalara savaş açmıştı. Düşünmeye başladığı tek şey sesin nereden geldiğiydi. Adım adım ilerledikçe sesin kendisine yaklaştığını hissediyor, bu his karıncaları tek tek katlediyordu..

    Ses yaklaştıkça vücudu kendini serbest bırakma gücü buluyordu. İlerledi, ilerledi ve biraz daha ilerledi. Artık adımlarının tamamen sahibiydi. Tabi bunun farkında bile değildi. Gerçi bu farkındalık ona ne kazandırırdı ki? Yönünü mü tayin edecekti ya da önce hangi adımı atacağını mı belirleyecekti? Hadi diyelim farkındalık bunları sağladı, yine de sese doğru gitme merakını bastırabilecek miydi? HAYIR..

    Zaten mevsimleri, zamanın ruhunu yok saymasını sağlayan da bu merakı ve merakının köklerini sağlamlaştıran kibri değil miydi. Burnu dik, aklı aptallığın arkasına gizlenen, kibri gardı olmuş, her şeyi isteyecek kadar cömert, hiçbir şey yapmayacak kadar hantal bir yapıya sahipti..

    Kafasında hala durduramadığı muhasebeyle sese doğru iyice kendini kaptırmıştı. Olaylar, insanlar, kayıplar, elde kalmış yarım yamalak zaferler, içinde habire kaybolduğu anılar. Neydi yanlış olan, doğru olarak bilinen, sürekli kaosa sürüklenmesine sebep neydi mesela? Kaşları çatık mizaha onu iten, enerjisini öfkesine köle eden, yetersizlik ve çaresizlik hissiyle kendine balçıktan bir saray inşa edip buna sığınmanın güvenli olacağına inanmasına sebep olan şey neydi?

    Dönüp durduğu döngüyü bir türlü kıramamasına neden olan, öğrenemediği ders neydi mesela? Kendini kafasının içine öyle gömmüştü ki gözüne vuran güneşi bile fark edemeyecek kadar duyarsızlaşmıştı her şeye. Sesin kaybolduğunu anlamadan, güneşin sıcaklığını hissedemeden kendi ayak izleriyle oluşturduğu yoldan tam üçüncü kez geçtiğini göremedi mesela..

    Yaması yarım yamalak hislerle, katil olmaya yemin etmiş düşüncelerle meşguldü. Yüzünü teğet geçen rüzgar anlıkta olsa kendine gelmesini sağladı. Duraksadı, etrafa bocalayan bir bakış attı. Ne ses vardı, ne manzarasını görebildiği izleyebileceği bir yol. Gördüğü tek şey kendi ayak izleriyle oluşturduğu kum fırtınası içinde öylece dönüp durduğu oluşuydu. Olduğu yere oturdu çantasından defterleri tekrar çıkardı. Tek tek okumaya, sorular sorup cevaplar almak için çabalamaya başladı. Her şey öyle aynıydı ki. Sorular, cevaplar, rakamlar, resimler, olaylar.. Ayak izlerini takip edip eve gitmeyi istedi bir an, bir hışımla kalktı yerinden ve farkına vardı sağ adımının. Durdu, derin bir nefes aldı, adımını diğer ayağının yanına geri koydu. Vazgeçip yerine oturdu. Şimdi önündeki seçenekleri düşünmeye koyuldu. Defterlere dalıp gitmeli, akıp giden hayatı unutmalı. Ayak izlerini takip edip, güvenli balçığına geri dönmeli. Güneşin altında uzanıp rengi olmayan boşluktan ibaret gökyüzünü izlemeli..

    Matematiğe öyle güveniyordu ki, olasılık hesaplarında kaybolmuş neyi seçeceğini bilmez bir halde olduğu yerden karıncalara tekrar ev sahipliği yapma yolunda düşüncelerine dalış içindeydi. Aklını yitirmek gülümseten bir seçenek haline gelmeye başlamıştı. Kararını vermeye yaklaştı, yerinden doğruldu, defterleri yapraklarını tek tek yırtmaya başladı, kahkahası kalbine ilaç olmaya başlamıştı. Ve o ses, zihninin kıvrımlarından mı geliyordu yoksa? Kendini kaybetmek için mi yaratmıştı aklı o sesi? Kime aitti ses, neden onun merakını bu kadar körüklemişti? Düşünceler duygularını, duyguları enerjisini yiyip bitirmeye başladı.

    Yırtıp attığı sayfaların üstüne bir anda diz çöktü, kafasını ellerinin arasına aldı, sesin aklındaki yerini bulmaya çalışırken bir elin uzattığı çakmağı gördü. Halüsinasyon gördüğünden neredeyse emindi. Kendini kaybetmenin eşiğinden geçmişine bakıyor, sadece anlamlandırmaya çalışıyordu. Oysa yapılacak olan bu kadar karmaşık değildi. Tabi sesin sıcaklığını hissedene kadar bunu anlayamayacaktı..

    Yürüdüğü onca yol, yazıp yaşadığı, yaşayıp yazdığı onca an, denklemine güvendiği dolu hesap, yarım kalmış resmin parçaları. Hepsi dizlerinin bitişiğinde sere serpe duruyordu. Aklının oyununa kendini teslim etmeye hazırdı artık. Matematik ve muhasebe onu A noktasından B noktasına götürmüştü de, geri getirmişti bile. Sonrasında anlayacağı şey manzarasına eşlik edemediği yolda sadece kendini yorduğu ve sürekli başa döndüğü bir yolun esiri olduğuydu. Teninden güven hissi yayılanın, yeni bir şakıyla ruhunu dansa kaldıranın elindeki çakmağa uzandı ve tereddüt etmeye hak tanımadan ateşe verdi çakmağı. Lakin sayfalar öyle kamaştırıyordu ki gözünü onlardan vazgeçmek, onca mevsimi yakıp atmak, bir uzvunu kaybetmekten daha zor gelmeye başlamıştı. Kafasını kaldırdığında gördüğü yüz öyle kendinden emin gülümsüyordu ki, acıtacak olan bir seçim yapmaktan ilk defa korku duymuyordu..

    Ateşe verdi tüm yolları, yılları, hesaplarken ruhunu esir ettiği ne varsa işte önünde tek tek yanıyordu. Külleri rüzgarın teğetliğine eşlik ediyordu. Tabi aklı durur mu, alışmış kendini konforlu hissedeceği yalanlara inanmaya. Yeniden yazmalı, hesap yapmalı mıydı? Teslim mi olmalıydı? El uzatana sırt mı dönmeli, elini mi tutmalıydı yoksa? Diye yeni sayılan, bununla birlikte döngüyü yeniden başlatacak olan o hesapları yapmaya başlamıştı..

    İşte asıl karmaşaya iten son tam burada başlıyor. Aile, aşk, arkadaş. Çakmağı size kim uzatıyor? Alma cesaretiniz var mı o çakmağı?

    Seçeneklere kendinizi koymadığınız ve çakmağı almadığınız her seçim, kendinizi seçenek olarak yaratmak için ve yeni risklere kucak açmayı size öğretmek için sizi başa döndürecek, buraya kadar her şey karmaşık ve basit diyelim..

    Peki şimdi sen, ”benim” demeyi bırakıp zamanın ruhuna ev sahipliği mi yapacaksın? Yoksa sadece komşu olarak, kendi bahçenden bir haber başkasının bahçesine fazlasıyla hayran, olan biteni izlemeye devam mı edeceksin?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..EMPİRİZM..

    HEPTEN KAYBETMİŞ OLMANIN YORGUNLUĞUNU GÖZ KAPAKLARIMDAN ATAMIYORDUM..

    Peki o kıvrımsal zihniyle her şeyi kontrol edebildiğini düşünen ben ne mi yaptım, göz kapaklarımı kestim. Evet yahu yanlış duymadın, kestim göz kapaklarımı. Yaşadığım çağ bunalımı beni en derinlere inmeye itti. Yüzmeyi bilmemek beni ne kadar korkuttuysa, keşfetme merakı da bir o kadar beni heyecanlandırıyordu. Ben de dayanamadım. Ne kadar derine daldıysam o kadar keskin paranoyalar karşıladı beni..

    Zihnimi uyanık tutmak için sadece kahve, sigara, uykusuzluk, hastalık değil; yoksulluk, yorgunluk, savaşlar ve kayıplar gibi birçok yöntem denedim. İçimde keşfedilmeyi bekleyen, bahtsız bir medeniyete doğru adım attım. Kapısı öyle karanlıktı ki, kendimi karşılaşacağım canavarları düşünmekten alıkoyamadım. Neydi beni buraya getire, pardon hataların seçilmiş değil de güdülerle paralel yaşanmasıydı..

    Daha da derine inmeye başladım. Kendimle yüzleşmek; kapıdan girer girmez karşıma çıkan ilk canavar. Onun atmosferinde zaman öyle yavaş akıyor ki 70 yıl orada kaldığıma yemin edebilirim. Neyse ki ilk sınavı yarım yamalakta olsa geçtim. Ne kadar inatlaşırsam inatlaşayım, ikinci sınav en zoruydu. 70 yıllık yüzleşmeyi, 1 dakikalık kabullenişe tercih ederim..

    Yüzmeyi öğrenemedikçe dibe dalmak yerine çakılmaya başladım, inatla vücudumu kasıyordum. Yine de kendimi zorlama merakı beni ele geçirdi. Ve bu yolun sonundaki hazineyi bulacağıma dair kendime telkinlerde bulundum. Ve yolculuğun son sınavında epey çuvalladım tabi. Çünkü kapıdaki geçmişin zebanisi bana, benden ona ait olanları vermemi üstüne de bahşiş olarak göz kapaklarımı bırakmamı söyledi. Atmosfere kayıp yaşatacak zaman kadar pazarlık yapsam da olmadı. Düşüncelerimi kazıyarak kanattım, göz kapaklarımsa sonbaharı yaşayan yaprak misali koptu gitti hemencecik. Sanki bu bedende hiç olmamış gibi..

    Sonunda savaşı kazandım. Evet, açgözlülük değil bu sonunda hak ettiğim ödülü alacağım. Karşımda, pembelerle bezenmiş hazine kapısı. İşte son üç adım veeeeee..

    Hayal kırıklığı..

    Kapıyı açar açmaz bir de ne göreyim, kocaman bir hiçlik. Öyle büyük bir sonsuzluk sınırına erişmiş ki ne ucu ne bucağı haritayla çizilemez. Hiçliğin tam merkezi diye belirlediğim yerde oturdum, çünkü artık bayrağı tek başıma dikmem gerektiğini gördüm. Saatlerce düşündüm..

    YA BEN YAŞAMANIN AYRICALIĞINI KAÇIRACAK KADAR KENDİME UZAK, BAŞKALARININ YAŞAMINDA ÇİÇEK AÇTIRACAK KADAR İÇİMDE OLUP BİTENDEN BİR HABERİM. YA DA KENDİMDEN KAÇACAK KADAR BURJUVAYİ BİR KORKAĞIM..

    SORULARIMIN CEVABI NE OLURSA OLSUN BU HİÇLİĞİN BURJUVA YANIMI KESİP ALMIŞ, DEVRİMCİ YANIMI BANA GERİ VERMİŞ OLMASINDAN DOLAYI BUGÜN HUZURLA GÖZLERİM AÇIK UYUYACAĞIM..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..KARŞILAŞMA_1: DON KİŞOT VE RUHİ MÜCERRET..

    ”Hani patlatmıştın bu köprüyü, yine çıkmışsın en tepesine” dedi Don Kişot.. ”Bakıyorum da o kılıç kalkan budalası şövalyeleri bırakabilmişsin” diye karşılık verdi bizim ihtiyar Mücerret..

    Kaderi pergelle çizmeye çalışsam da hipokampusum beni yine buraya getirdi evlat. Yani anlayacağın eyleme döksem de somurtkan yapılardan oluşmuş hiçbir caddeyi evim diye belleyemedim. Yolun sonu yine buraya çıktı. Eee ne senin kalın zırhın şövalyeni kendisinden koruyabilir, ne de benim ısrarlı ihtiyarlığım beni benden kurtarabilir. Görüyorsun ya sevgili Don Kişot yenilmenin zarafeti üstümde şu sıralar.. Düşmenin ne önemi var Mücerret dede önemli olan yeniden kalkmak değil mi? Hem baksana benim yel değirmenlerine karşı olan zaferime sen buna aptallık dedin bense yenilelim daha fazla yenilelim diyerek allah ne verdiyse giriştim. Sen yediğin dayaklardan idrak yolları enfeksiyonu olmuşsun evlat. Mücerret dede sen bide karşı tarafı görsen ya, diye ekledi bizim ironik evlat..

    Ve bizim koyunlardan ordu kurup çobanlardan dayak yiyen sevgili Don Kişot’umuz yavaşça köprüde Mücerret dedenin yanına oturdu. Cebinden bir madalyon ve bir zar çıkardı. Mücerret’e dönerek ”madalyon soru, zarlarsa aklındakinin oluşma ihtimalinin cevabı” dedi. Önce evlat ölü dillerle çevrili bir kütüphane kadar sessizleşti. Sonra tabi dayanamadı bizim ihtiyar ”iyi bakalım senin şu dublajlı oyunundan ne çıkarsa bahtımıza” diyerek önce gözünü kapattı daha sonra elini uzatıp birini seçti. Şans bu ya ilk zarlar geldi eline. Bizim ihtiyar bir heyecan ” de bakalım çarıklı şövalye bizim Nazlı Hilal’le kavuşma ihtimalimiz nedir?”. Yavaş yavaş hareket eden Don Kişot zarları gökyüzüne doğru fırlattı, gözlerini kırpmadan şaşkın şaşkın zarlara bakakaldı. Ruhi bey bu duruma baya sinirlendi tabi, bana baksana her aptal gibi normal görünmeyi bırak ve bana olanı söyle, diye yükseldi bir anda. Don Kişot kekeleyerek ”ııı-mm şeeyyy bilirsin Ruhi dede ömrün son demlerinde kahkahaya pek yer verilmez, iki randevuyu bir arada çıkaracağını söylüyor zarlar” dedi. Mücerret hem merakının kurbanı, hem de ihtiyarlığının kibrinden ödün vermeden ”bak evlat ben ki düğününe gittiğim kim varsa cenazesine katıldım, ben ki 100 yaşın temeline öyle bir beton döktüm ki toprak bile şaşkın bir halde beni bekliyor, ama nafile” diyerek bir cevap aradı karşısındakinden..

    Madalyonun iki yüzü vardır dedecik. Bazen bir madalyon sadece bir madalyonken, bazen olduğunca fazlasıdır. Biliyorum cevabı sende en kıymetli soru bu. Tesadüf, talih ve bahtsızlık senin son durakların olacak Mücerret dede. Ben ne kadar şövalyeysem sen de o aşka anca o kadar yaklaşabileceksin. Haklısın aşk biz gençlerin oynadığı, seninse 100 yaşında bildiğin bir oyun. Ruhi Mücerret daha fazla dayanamayıp ”bak evlat belli ki izahı zor olanı imkansızlaştırarak anlatmaya çalışıyorsun bununla birlikte ben tam olarak 100 yaşındayım, bana striptiz kulübünde heyecan arayan jinekolog muamelesi yapmayı bırak ve olanı söyle” diyerek Don Kişot’un konuşmasının yönüne de müdahale etti..

    Peki, dedi bizim evlat ve ekledi ”şimdi namlunun ucundasın ve aklında lan tek şey pembe panjurlu evin balkonunda Nazlı Hilal’le kahve yudumluyor olmak. Oysa tam 13 saniye sonra cinayetinle ecel randevunu aynı masada karşılayacaksın ve..”

    ”(Silah sesiyle ruhi mücerret gözünü Nazlı Hilal’e dikti, onun kucağına yığıldı ve dudaklarından) Bizi şimdiye dek hayat ayırmıştı, şimdiyse ölüm ayırıyor, cennete gidersem meleklerden senin fotoğrafını isteyeceğim” dedi ve ekledi, sevgili okur aşkı yaşamak için teneffüse çıkmayı beklemeyin yoksa dans pistinde kaybedip hem yalnız kalırsınız.”

    Don kişot hayaller alemine, Mücerret yaşının ait olduğu rotaya, köprüyse yeni karşılaşmaların şahidi olmak üzere hikayemizin burasında bizden ayrılıyorlar. Gökten hiç elma düşmemiş, zaten sevenlerde kavuşmaya cesaret edememiş..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..OTOMATİK DÜŞÜNCELER ENKAZI..

    İlk ağacı geçtim.. Şimdi yavaş yavaş hayatın dışındayım işte. Adım adım önce kendimden uzağa gittim, şimdiyse sıra hayatın erozyonundan uzağa gitmekte..

    Kendimi kaybettiğim her bir gün için hayattan iki gün heba ettim. Ve sırada yedinci ağaç evet evet biliyorum az kaldı..

    Önce düşüncelerimi onayladım, davranışlarımla aynalama yaptım, ve fikirlerimle hayatımı fethettim.. Şu cümle ne de güzel geliyor kulağa değil mi sevgili dostum. Değil, sevgili dostum..

    Çünkü bir düşünceden daha tehlikeli hiçbir şey yok, tabi eğer sadece bir tek düşüncemiz varsa. Şartlanmalar, deneyimler, yaşantılar, aile, dost, aşk, sanat yani hayat çemberimin cetvelini kaydırarak çizdiğim bir döngü içindeydim. Kendi kendimi parçalara ayırdım, böldüm ve nakavt..

    Evet evet görüyorum sevgili dostum, hızımızı arttırdıkça ağaçları ardışık sayıları katlayarak geçiyoruz, ve işte on üçüncü ağaç.. Düşünceleri çürümüş içimdeki palyaçodan ders almalıyım sanırım. Baksana konfor alanını dağıtmaya başladıkça huzursuzluğuna bıçak biliyor. Eee ne yapacaktık ya?

    Tam 27 yıl sevgili dostum, kişisel değer saydığım her şeyin vücuduma sirayet eden oksijenle bağı varmış meğer. Pavlo’nun köpeğiydim diyemem lakin düşüncelerim kaderimi köleleştirmiş diyebilirim..

    Önce aşka kör baktım, arkadaşlığa sağır, aileye ise aidiyetsiz.. Anlayacağın sevgili dostum kendi kendimin vatanı aynı zamanda kendi kendimin işgalcisi olmuşum..

    Halbuki ne çok biliyoruz kendimizi değil mi? DEĞİL.. Tabi bu dehşet tablosu sadece bana mı has, elbette hayır. Kendi seçimlerimiz sandığımız koşullu öğrenmeler, sevdiğimizi sandığımız niteliksiz alışkanlıklar, samimi sandığımız sahte davranışlarla dolu harmanlanmış küçük et yığınlarıyız. Söylesene sevgili dostum; en son ne zaman birine içinden gelerek ”aa bu tam da falan filanlık” diye gördüğün küçük bir şeyi hediye aldın, en son kime karşılıksız ani bir sarılma ve küçük bir öpücük verdin, hadi durma söyle en son ne zaman ve kime gerçekten karşılık beklemeden sevgi sözcükleri sıraladın?

    Eğer sorulara cevabın dün değilse, harika sen de mevzuyu yanlış anlayıp kişisel çıkarlarıyla yolumuza yön verenlerin dandik bir kuklası olma yolunda tatlı bir sersemlikle ilerliyorsun. Ve benim küçük dünyama hoş geldin, sevgili küçük dostum.. Pencereden dışarıya bak on yedinci ağacı geçmekteyiz. Biz etten kemikten oluşanların yalanından ibaret zaman kavramı ve mesafeler hoşuma gitmese de rakamlar işimizi görüyor, şimdilik..

    Hadi zamanımız varken biraz zihin kıvrımlarımızla dans edelim. İnsanın kendini övmesi kolay da bilmesi zor. Sana kolaylık olması açısından ilk ben uzatayım elimi ateşe, yaklaş korkmadan. En azından bir seferlik. Mesela ben uzun süre tatminsizlik, öfke, heyecan duyamama akabinde ise anksiyeteyle dansa kalkan depresyondan muzdariptim. E anlamayan herkes ”senden olmaz” deyip çekip giderken, anlamaya çalışanlar gözüme bakıyordu. Velhasıl şansım kardeşimdi.. Kardeşim bana duygularımı düşüncelerimle alt ettiğimi söylemişti. Ona bu konuda nasıl devrim yapabilirim dediğimde ise ”asıl komedi neyin gülünç olduğuyla ilgili değil, asıl konu öfkeni ve kırgınlığını yönelterek ona nasıl bir çözüm bulacağın” demişti. Halbuki 27 yıl boyunca bir şeyleri önceden hesaplamak kadar, problem çıkarmak önemliydi benim için çünkü çözüm nasılsa kendiliğinden bulunurdu. Bulunur muydu acaba?

    Bak bak bu en sevdiğim diye kendimi kandırdığım on dokuzuncu ağaç. Tabi ya kendimi kandırmak. Yaşamak için yanlış zamanlara rastladım sanırım. Hayır hayır bu sefer kaçmak yok bir kere kalktık dansa basiretsiz bir müzik bunu engelleyemeyecek. Mesela yukarıdaki sorulara dönelim mi? Ben en son yılbaşında sevdiğimi bildiğim sevildiğimi sandığım adama küçük bir gezegenli küre almıştım. Bir arkadaşıma kitap vermiştim, ha en son da markette gördüğüm küçük arabayı kendime hediye ettim. Tabi insan dilinde bunları zamana yayarsak hiçbiri düne eşit değil. Ani kararlarla gönül kırdım mesela, herkese istediğini verdiğimi düşünürken kendimi baya bir eksilttim mesela. Ha pardon konu bize yapılanlar değil bizim yaptıklarımız. Hadi devam edelim..

    Sevgiden mahrum kaldım diye dünyayı kendime dar ettim. Günlerce duş almayıp yemek yemeyip balkonda ayaklarımı sarkıtarak hayatın sokağımdan akıp gidişini izledim, öylece. Sevdiklerime kızdım, suçladım onları, nasıl olur da benim sevgime verdiğim değere karşılık beni üzebilirlerdi? De mi ya, asıl işgali dağıtacak savunma hattını işte şimdi kuruyoruz. Dilimde tam bir buçuk yıldır ”yorgunum” kelimesi, son iki yıldır ”aman be zaten kimse de beni anlamıyor” düşüncesi, ve olmazsa olmazımız ”nasılsa yaptıklarımın kıymeti yok en azından yapmayayım ki boşa yormayayım kendimi” ve perde..

    Bu yazıyı sevgili küçük dostum, işte o ayaklarımı sarkıtıp sevdiğimi beklediğim ama asıl dandik gerçek ise hayatın akışından kaçtığım balkondan tam 21 ağaç uzaklıktan yazıyorum. Halbuki küvette oturup saatlerce döktüğüm gözyaşlarım, kendimi hayattan ve insanlardan sakladığım yorgan, ”ulan bari bir küçük toka alınaydı da bakıp iç geçireydim” diye sitem ettiğim duvarlar, sevilmiyorum ve sevilmeyeceğim diye sarıldığım yastıklarım ve elbette şu lanet anlaşılamama kafasıyla boya badana yaptığım o ev. Aylarımı aldı sevgili dostum; aşkımı, sağlığımı, zamanımı, dostumu kırıp döktüğüm ve elbette kırılıp enkaza uğradığım bu harabeden çıkabilmem. Talep gören yalanlardan, rağbet gören sahteliğin kaynağından, anlaşılmayan düşüncelerden, anlatılamayan sevgisizlikten çıkabilmem aylarımı aldı. Şimdi sana benden yazıyorum. Tam duygularımın parabol tepe noktasından..

    Şimdi soracak mısın kendine; gece uzun hayat kısa ve ben kalıpları yıkacak mıyım diye, yoksa yeni kalıplarla savunmaya mı geçeceksin sevgili dostum. Sana dürüst olarak zihin kıvrımlarının dengesini bozmak istemezdim. Bil istedim sadece. Yanılgılarımın çoğu duygulanacağım yerde düşünmekten, azı ise düşünmek yerine duygulanmaktan ortaya çıktı. En azından evime tam 21 ağaç uzaklığa beni iten dandik gerçek buydu. Evet evet, doğru okudun ben evime tam da 21 ağaç uzaklıktayım artık..

    Peki ya sen sevgili dostum; hayat boyu ürkek bir atın korkak bir süvarisi mi olacaksın, yoksa kendi devrimini yapmak için yola mı çıkacaksın?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..NOTUS’UN İKİLEMİ..

    Şimdiye dek bizi hayat ayırmıştı, şimdiyse acı gerçeklerin ta kendisi. Bu yıkımın oluşturduğu enkaz müzesine tek kişilik bilete sahibim ve bunu hiçbir hata değiştirmeye yetmedi..

    ..SEVGİLERİMLE..

    Ilık ve teni okşan bir rüzgardı Notus. Sonbahara öyle aşıktı ki, her mevsimde huzur veren, sonbaharda her yeri talan ediyordu. Sonbaharın kibri Notus’un öfkeyle fırtınaya dönüşmesine neden oluyordu. Tabi ya bu sonbaharın ne kadar umurunda?

    Yüzyılların döngüsünü kıracak tek bir parça eksikti. Her hikayenin bir karmaşaya, bir sakinliğe, bir kazanana, bir de.. Ve sevgili Bay 42 çıkageldi..

    Sonbahar olanlardan haberdarken bile, öylece kendi döngüsünü tamamlayıp gidiyordu. Notus ise her mevsim huzuru koklatırken insanoğluna, tek bir mevsim de öfkenin harmanladığı soslu fırtınaya dönüşüyor, her şeyi kasıp kavuruyordu..

    Notus bu durumun içinde kaybolmaya devam ederken, sevgili Hermes muzip oyunlarından birini yaptı yine, yeni, yeniden. Yaklaşan sonbaharı feleğin çizgisinde bekleyen Notus bir anda Hermes’in sesini duydu. Aralarında kelimelere dökülse kısa hikaye değil, roman olacak bir dizi konuşmadan sonra Hermes gülümsedi ve tam o anda elinde kahveyle Bay 42 belirdi. Kahvenin sohbeti 40’ı bulmuş olacak ki, Notus ilk kez sonbaharın gelişini, yaprak döküşünü, toprağa karışmasını, sonrasında da yerini yeni gelene bırakışını fark edemedi bile..

    Hikaye bu ya, bir kahve bazen sadece bir kahveyken bazense 40 yıllık hesap kitler insana. Notus satranç tahtasındaki boynu bükük şah gibi hissediyor, Bay 42 ise her yolu denese de bunun kaynağına ulaşamaz bir hale dönüşüyordu. Zaman atmosferi yarıp geçti onlar için. Bizim içinse yaz bitmek üzereydi. Notus mazide kısa süren 1 asırlık hikayenin allak bullak eden tesadüfüne yenilmek üzereydi. Sonbahar kendi oyununa öyle odaklıydı ki geri kalan kısımlar onun toprağında yok olup gitmişti, Bay 42 ise..

    Ah sevgili Bay 42; ruhunun ham maddesi sonbaharda saklı Notus ve bütünü tamamlamak üzere çabalayan sen. Notus Bay 42’nin yoğurt aklını ayran eden aşka düştüğünü fark edemeden, kendini fırtınadan kilometrelerce uzak, başka toprağın kaynağına kaptırmaya başlayan sonbaharı gördü..

    Notus, kendi dünyasının karmaşasında ne istediğini bilemez hale gelirken, Bay 42, Notus’un zehirli sarmaşıkların dikenini cımbızla ayıklamaya çabalıyordu. Çaba ki ne çaba Notus kendini gerçekleşmek üzere olan bir felaket senaryosu gibi hissederken, Bay 42 Notus’un tamamlanması gereken bir proje olduğunu ve eksik parçaları tek tek bulacağının sözünü verdi..

    İşte o malum döngünün tohumu o gün yeniden atıldı. Notus bittiğini sandığı döngünün ilk halkasını gördü, Bay 42 izahı olmayan şeyleri imkansızlıklarla dengelemeye çalışıyordu. Aşk bu ya kiminin gözüne Çin malı görünürken, kiminin gönlünde kaçmak için tutunduğu tek sebebi oluyor..

    Hermes’in rastlantısı, Notus’un saçmalıkları, Sonbahar’ın monoloğu ve olasılıklar zincirini alt üst eden sevgili Bay 42.. Bay 42 kendini öylece zehrin arasına attığında, inanmıyor olsa bile ilk kez hem de hiç beklenmeyecek bir şekilde, Notus’un ilk defa hem sonbaharın gelişini sakinlikle görmesini, hem de öfkesinden artakalanlardan ibaret olan hikayesini fark etmesini sağladı..

    Notus güneyin ona iyi gelmeyeceğine kendini öyle inandırmaya başlamıştı ki. Ölümü olacağını bilse bile her şeyi son bir yıkımla enkaz müzesine dönüştürüp yola çıkacaktı. Bay 42 kozmosun çatısını oluşturmak isterken, Notus’un kalbi yanlış alarm veriyordu. Sonbahar ise zehrin ortasında siestaya dalmıştı. Notus alarmı kapatırken sonunda aldığı karara öyle inanıyordu ki, Bay ve bayan doğru olunamayacak bir hikayede atmosferinden sonbaharı da kaldıracaktı..

    Bay 42 kendinde olmayanı Notus’a sunmak istese de, Notus aklın körlüğüyle kararını vermiş ve bu duruma inanmıştı. Esaslı ve beklenmedik bir karmaşa yarattı, düşüncelerini darmadağın ettiği ve kalbini fethettiği Bay 42 yanlış etiketlerle onun için doğru olan yola gitmek zorunda kaldı..

    Gelgelim Notus 40 gün düşündü ve kararını verdi. Dünyalarını değiştirmeyi isterken hayatta kalmayı başaramayanlardan olmuştu, yine. Kaos onun kronik haslığıydı, öfkeyse panzehir. Bunu anlaşılır kıldığını sanmıştı oysa. Peki n’oldu Notus’a ?

    Evrende göze batan fazlalık olduğuna inandırdı kendini, peki ya öyle miydi gerçekten?

    Kader tüm ihtimallerin toplamıyla, görmezden gelinenlerin olasılıkları arasında yeniden yazılmalıydı. Notus, benim hikayemde alametifarikası olan kaosla birlikte, Bay 42’yi dünyasından kurtarıp dünyadan kurtulmak üzere yola çıktı..

    PEKİ YA SENİN HİKAYENDE?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..PALETTEKİ PİYON..

    O biçim insan olmanın verdiği haklı gururu taşıyorum. Kendimi ifade etme paçavrasından sıyrılıp, saçmalama erdemliğine ulaşmış olmanın verdiği şu haklı gurur..

    FERNANDO PESSOA benim dünyama açsaydı gözünü, ‘Huzursuzluğun Kitabını’ yeniden yazardı. Ruhi Mücerret görse şu halimi, beni kesin kaderin şubelerinde otobüsü defalarca kaçırmış olarak tanımlar, bununla epey bir dalga geçerdi..

    Neymişim ben, kimmişim, ne olmuşum, ne olamamışım. Aman ne gerekli sorular. Sanki cevabını alsam çok önemseyecekmiş gibi davranmaktan alıkoyamıyorum kendimi..

    Küçük küçük oyunlar oynuyorum kendi çapımda. Artık eğlenceli gelmese de oyuna olan zaafım ve sonucunu görme merakım beni sürekli masanın başında tutuyor. Atmosferimde zaman kavramının olmayışının kendimce avantaj olduğunu varsayarak devam ediyorum..

    Oyunu kendimle oynamaktan sıkılıp sahneye çıktığım o günden sonra tüm kontrol piyonun eline geçmeye başlamıştı. Başlarda vezir bu duruma fazla alınsa da kontrol edilme arzusuyla tutuşan şah, kendini fazla kaptırma yolunda ilerlemekten kendini alamıyordu. Milyonlarca aptal gibi, vezir de normal görünüyordu. Tek silahı kibirdi ve piyon bunun üstesinden gelebilme arzuyla bütünleşmişti. E şah yerinde duramayacak kadar heyecanlı, tek kare ilerleyebileceğini unutacak kadar yorgundu..

    Acı gerçeklerin dandikliği, piyonun yavaş yavaş köşeye sıkışmasına neden oluyordu. Afalladığı her adım da tahta da kayıplar veriliyordu. Vizyon, amaç olduğu sürece araçların getireceği her şey oyunun kaybedilmesine neden oluyordu. Ya da kaybeden taraf var mıydı gerçekten?

    Piyon satranççı körlüğüne sahipti, ve bu körlük onu tahta da yalnız kalmaya itecek kadar ilerlemeye başlamıştı. Vezirle hasım olmuştuk ve piyon olarak ona fırsat sunmadıkça kazanma şansının kalmadığını biliyordum. Ya da biliyor muydum gerçekten? Piyon çok fazla şey yapmayı arzuladıkça, vezir saldırıyor şahsa olanları geriden adım adım izliyordu..

    Ve sevgili kale, şaşılacak derecede yoğun bir konfüzyon yaşıyordu. Derken ”ŞAH”..

    İlk dört hamlenin 197229 yani 72.000 farklı doğru olasılık arasında piyon beşinci hamlede olasılık dışına çıkmaya başlamıştı. Geri kalan taşlardan öyle emindi ki körlüğünü arttıran bu durumu kabullendiğinde tahta kapanmış olacaktı..

    Vezir durmadan saldırıyor, şah olanı izliyor, piyonsa aylaklık iletinin rahatlığını düşünmeye başlıyordu. Takım ruhunu kaybetmeye başlayan siyahlar olarak piyon sürü psikolojini aceleyle kontrol etmeye çabalarken hızla taşlarını kaybediyordu. Kale, at, yoldaşı olan yedi piyon..

    Vezir yavaşlamış, beyazlar tüm kontrolü ele geçirmişti. Piyon son bir umutla karşı kaleyi oyun dışı bıraktığında ilk büyük hatasını yapmış oldu. Vezirin piyonlarla kurduğu pusuya kendinin çekildiğini çok sonra anlayacaktı.

    Ve üçüncü gün..

    Fil arkasına piyonu alsa da düşmanın atağından kurtulamadı. ”ŞAH”..

    Ve sevgili at, şahı korumak için kendini feda etme sırası ona geldiğinde kendine özgü hareketini yapıp ortadan kayboldu. Son bir şans, son bir hamle.. Vezir kazanacağından emin, piyon tahtada üç kişi kalmış olmanın verdiği enkaza dalıp gitmiş, beyazlarsa üstünlük kurmayı başarmıştı..

    Teslim ol, savaş, kaç.. Her yolu denese de tek bir yol kaldığını sonradan görecekti piyon.. AÇMAZ.. Piyon şahı boğmaca matın önüne bırakmıştı..

    Ve GM gerekeni yapıp beyazların çifte şahını çekmişti bile. Piyon son kez tahtasında kalan şaha baktı, sonra vezire döndü ve gereken adım atıp kendini yem etti. Şahın 50 hamle şansı vardı ve olması gerekenden daha iyi adımlar atıyordu..

    Piyon içindeki buruklukla tahtaya bakarken; şah döndü, göz kırptı..

    VE ”PAT”..

  • ..ODYSSEUS ANLAŞMASI..

    Sonunda ilk yağmur damlası toprağa kavuştu. Pencereyi açtım, gök gürültüsü ve yağmurun kokusu duyularımı hızla harekete geçirdi. Artık anlatabilirim.. Yağmur durana kadar olan vaktin en kıymetli anındayım..

    Yüksek sesli müzik, alkol, insan yığınları derken kendi kalabalığımız insanların yalnızlığını çoğaltıyordu. Son yudumu almıştım ki bana uzattığın eli gördüm. O gün de yağmur vardı. O zamanlar benim için ruhu serkeş bir eylemdi yaşamak. Sense her şeyin anlamını, hiçliğin içinden oyup çıkarmayı sevdiğini anlatmıştın. Bu hikayemizin başıydı. Yönsüzlüğümün, amaçsızlığımın, ansızlığımın ana vatanı olan bu kentte kararsız yürüyüşlerime kahveyle eşlik etmeye başlamıştın. Zaman geçtikçe ”kalbin sırrı” adını verdiğimiz bir alfabe oluşturmuştuk. Sen gizemin peşinden gitmeyi yeğledin, bense hikaye yazmayı. Şimdi biliyorum ki ne sen gittiğin yolculuktan pişmansın, ne de ben hayat bilgimin değişmesinden..

    Kaderin virajında çarpışıp tanıştık, ve üç günlük dünyanın son gününde vedalaştık. Söz verdiğim gibi tam üç gün bekledim. Mikail ile aranı iyi tutmuş olacaksın ki o da sözünü tutmuş ve tam zamanında bulutların boşalmasına izin vermiş. Şimdi el sıkışıp vedalaştığımız pencerenin önünde, hikaye için yeniden merhabalaştım kalemle..

    Benim için bu defolu evrenin en orijinal hikayesi seninle olan kısmıydı. Senin içinse yolculuğun. Bugün senin evreninde sirenler adasına yolculuğa çıkalı tam 42 santisaniye geçti. Buralarda durum mevsimsel geçişleri yaşayacak kadar uzun. Benim çoğum sana az oralarda biliyorum. Şimdi gelelim, şu kepaze hayatta kendimizi tanımak için seçtiğimiz olasılıkların hammadde deposuna..

    Kendi seçimlerin telaşından sağır olduğum zamanlardı. Şimdiyse duyduklarımı kafam almıyor desem yeridir. Susuzluğumun öyle farkında değildim ki bardak dolu muymuş, yoksa boş mu umurumda değildi. Zaten kim, dili damağı kurumadan bardağın masada olduğunu görebilir ki. Ya da gördüğünü sandığı, susuzluğunu giderecek o bardağa ne kadar dikkatli bakabilir ki. Yaptığım her seçimde hayatıma gordion düğümü atıyordum. Gerçi şu sıralarda değişen pek bir şey var mı tartışılır. Her düğüm yaralı bilincimi, hırçın zevklerimi daha da perçinliyordu. Gerçeğim ve hakikatim gittikçe inatlaşıyordu. E yeterince gergin olan bir ipte acemi iki cambaz fazla oynamıştı.

    Ve Big Bang..

    Nasıl olduğunu hala hatırlayamadığım, benim için sır olmaktan kutulamayan o gün her şeyin bitişi, hiçliğin başlangıcıydı aslında. Yaşadıklarımı yazarken öykü olarak anlatmayı istemiyorum, çevre öykü dolu. Yaşam öyle zamansız ki, ruhunu hissedemediğin her anın canlılığını yitirip gitmesini yaşamak dışında pek bir şey anlamıyor insan. Doyumsuz kaygılar, gürültülü ve anlamsız kalabalık, sanki gittiği yerde doyuma ulaşacakmış gibi tüm kenti anlamsızca dolaşan bir beden. Soru sormayı öğrenmeden aradığım cevaplar olduğunu söylerdin. Kontrolü bırakmadığım sürece zihnin kıvrımlarını keşfedemeyeceğimi aynı zamanda. Anlaşma anlaşmadır. Üç gün önce, bugün için erozyona uğrattığım ne kadar düşünce varsa şimdi yeniden inşa etmek için buradayım.

    Zihnimi akort etmek için yeterince bekledim. Üç günün sonunda evime tam 21 ağaç uzaklıktayım, şimdi. Olasılıkların toplamıyla, bütün ihtimallerin aynı anda gerçekleştiği kişisel kıyametimin yegane alameti oldu bu mesafe. Yaşamı çikolatalı pastayla, ölüm tarlası arasında bıraktım. Bahar temizliğinin sırası şimdi. Bir yanım çikolatalı pastayı arzularken, diğer yanım bunun yanlışlığı üzerinde direnç gösteriyor. Dünkü yanlışların büyüklüğü bugünkü seçimlerimi belirliyor, biliyorum. Haklıydın.. Cevap hep orada duruyordu, bense doğrusunu bildiğim dandik kaotik seçimlerle fazla meşguldüm.. Tamam kabul ediyorum, mevzuyu yanlış anlamışım. Oynadığım satrancın gerçek hayatta karşılığı yoktu. Yüzündeki o gülüşü tahmin edebiliyorum. İçimde kendine mağlubiyet orduları yaratmış şu embesile bakıp, çürümüş bakla tadını hissettireceğin şu kibirli gülüş..

    Haklıydın hesabını yaptığın iki kurtuluşun ikincisindeyim bugün. Bu sefer viraja girmek yerine at arabasını kenara çekip manzarayı izleyeceğim. Onca hikayenin hasta eden belirsizliğine değil, kendi hikayemin yaralayan kesinliğine kadeh kaldıracağım. Satrançta kaybetmiş olsam da, dans pistinde kazanacağım. Seninle yaptığımız anlaşmanın sonuna, gölgemle yapacağım anlaşmanın başına imzamı atarak hikayene veda ediyorum..

    Ve şimdi cevabını bildiğin, cevabından kaçtığın, cevabını öğrenmek için sorumluluk almak zorunda kalacağın sorularınla seni baş başa bırakıyorum. Dün için değişimden söz edebilenlerden değilim. Yarın içinse bugünden kendinle yapacağın anlamanın önemini ve hikayendeki izleri unutmamanı dilerim. Ha beni soracak olursan da bu aralar evime gurbette olduğum ağaçlığın oralardayım ve hatırlamanın lanetiyle, unutmanın sefası arasında bir yerlerde. Ve aklıma düşmüşken, kendinle baş başa kalacağın yolculuğundan soruyorum sana..

    SAHİ SEN KİMSİN, BİR HİKAYEN VAR MI?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..LOTUSUN VEDASI..

    Mavi lotus çiçeği mısırlılar için en değerli olan lotus çiçeği sayılırdı, onlar için yeniden doğuşu temsil ederdi. Arınmayı, hataların içinden doğrulara gidişin yolundaki ışık..

    Beyaz lotus ruhun temizliğini, pembe lotus aydınlanmayı, mor lotus maneviyat ve asilliği, kırmızı lotus ise merhameti aşk ve tutkuyu temsil eder derler..

     Astronom William Herschel, sevgili Newton, Hermann ve Thomas Young gibi bilim insanları renk üzerinde dolusuyla çalışmalar yapmışlar. Bizse bugün kendi tarihimizin paletindeki renkleri konuşacağız..

    Yedi yıl önce. 04.09.2014 tarihinde hayatımın yeni hikayesini yazmak için geldiğim bir şehre buruk bir veda zamanı şimdi. Hayat dualite üzerine akıp giden bir mekanik benim gözümde. Zamanın ruhuna esir olmuş olanlardanız belki de.. Tam yedi yıllık hikayenin defterini bugün kapatmak üzere oturuyorum, bugün kalemle kağıdın başına..

    Hatalarla, yanlışlarla dolu olduğu kadar güzellikler barındıran bir hikayenin sonu. Sevgili lotus, bataklık içerisinde güzelliğini kök salmadan koruyabilen nadide dostum. Rengarengiz bugün. Her hücrem senin renklerinden parçalar taşıyor.. Hüzün, aşk, burukluk, yıkım, yeniden doğum. Her döngü kendi içinde yeni olasılıklar doğurdu bu yedi yılda. Ömrüme lotusun beş rengi olan insanlarda çıktı, siyahın ve grinin duygusuzluğundaki kudreti öğretenlerde..

    Yararsız, kendi halinde bir hayal gücüydü hayatımın merkezi. Ruhsuz yapayalnız zaferlerde yaşadım, çiçeklerimin kokusuna güzelliğine baktıran bozgunlarda. Hangimizin terazisinde hepsi eşit ki zaten.. Tabi oranları hep yarı yarıya aldığımızda hiçbir eşitlik sağlanamayacak. İşte en çokta bu bilgiyle yüzleşmek beni derinden sarstı.. Ya da eksik olan kısımları yerine oturttu diyelim..

    Ah şu sevimli hayal gücüm içinde ne karmaşalar yarattı bir bilsen sevgili lotus. Aldanmalar, hayal kırıklıkları, kahkahalar, kayıplar, boşa giden çabalar, emeğinden sonra yola çıkan mucizeler.. Şimdi bakıyorum balkondan o maskeli baloların yapıldığı bu sokak, her şeyi içinde yaşatan bu sokak öylece kusuyor içindekileri. Maskesi kayıp gidiyor yüzünden. Her kayış yavaş yavaş yüzünün çizgilerini, yorgunluğunu ortaya çıkarıyor. Şu hapishane olan kaldırım taşları var ya mesela bugün açtı kapılarını. Üzerinden birbirinden habersiz onca hikayenin akıp gitmesine izin veriyor bugün. Bugün bu şehrin hüznü hissedip, özgürlüğe kavuştuğu gün sevgili lotus. Ben bugün en çok, o kaldırımların zincirlerini kıra kıra sana koşarak kutlamayı isterdim bu özgürlüğü. Çürümüş, huzursuzluk içerinde kaybolmuş tabiri caizse senin şu kök salamadığın lakin yüzünü güneşe açmaktan hiç usanmadığın o bataklıkta en çokta sana günebakan olmayı isterdim bugün..

    Sanki bu yedi yılda hayatımın her köşesine sirayet eden herkesin hikayesinde davetsiz misafirmişim de, bir tek sende ev sahibi olabilmişim. Hayat işte bugün bu evden taşınma zamanı. En yakınlarım için bile misafirmişim gibi hissettim hep; kök salamadan, ait kalamadan, her rengin tadına isteyerek ya da bilmeden bakarak. Bir sende tüm çiçekler tam rengiyle açmıştı şimdiyse gün batmak üzere ve ben çiçeklerimi koparıp, bahçenin kapısını kapatıp evime döneceğim..

    Bazen diyorum acı çekmeyi çok mu sevdirdim kendime. Ayrılıklar, hayal kırıklıkları, terk edilişler, vazgeçilişler derken burukluk dolu tonla anı var içimde. Kimisi tamamlanmış, kimisi yarım yamalak. Bir yanım öylece haykırıyor ”hayatta kendine yer edinememekte ustalaşıyorsun, yaşamak bazen canını yakıyor, kararsızlık illetiyle çevrelenmişsin. Yazıp bitiremediğin yalnızlıkların kocaman birer şikayet mektubuna dönüşüyor. Peki ya sen balkondan baktığında gördüğün bu manzara karşısında hala eskisi gibi mi olduğunu düşünüyorsun?” . Onca parçalanmışlık içinde bugün, su yeniden kendine akacak bir çatlak yarattı sevgili lotus..

    Hayatla benim arama giren ne varsa ya barıştım onlarla, ya kaçtım onlardan, ya da saklandım işte. Hala kurumuş otları biten, dikenleri canımı yakan, zihnimin kıvrımlarında erozyon yaratan zehirli sarmaşıklar var bahçemde. Bense bugün yeniden başlıyorum kendi bahçemi budamaya..

    Benim hikayeme misafir olanlar ya tutsak edilmiş ya da kenara itilmişti. Özgürlüğün tadını almış olanlarla bir kahve molası vermiştik. Sonra ben yanlışları budamaya, oysa kendi gerçekliğini yaratmaya doğru yola çıktı.. Şimdi bakıyorum da bu ıstırap bana gülünç geliyor sevgili lotus. Çünkü acı bizi sevgiden daha çok dönüştürür. Daha çok dönüştürmüş. Kendi kalemde şah mat olduğuma sevgiler, yolunu yönünü benim bahçemden başka bataklığa çevirenlere ise mutluluklar..

    ..HOŞÇA’KAL SEVGİLİ LOTUS..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..DUBLÖRÜN AŞK MEVSİMİ..

    Ah şu yeri gelince zıvanadan çıkan, yersiz haliyle de maliyeti hiç karşılayamayan hayat.. Bugün hedefi tam on ikiden vuran değil de, ıskalayan aşklardan konuşalım sevgili okur.. Zaten hep on ikiden vurulsa hedefler, kim okurdu Shakespeare’i, Nazım’ı. Ya da nasıl dayanılırdı zamanın kırbacına, sevginin kepaze edilişine. Kabul edelim yahut kaçalım hepimizin hamuruna katkıda bulunan en nahoş hikayedir aşk. Kimimiz öylece dalar gideriz, kimimiz elimizdeki hesabı çarşıya uydurmaya çalışırız, kimimiz uzaktan bakarız sadece..

    Peki ya asrın çözemediği ya da çözüldüğü sanıp içinde kaybolduğu, insanların da içinde sarhoş olduğu şu mevzuyu şöylece bir konuşalım ha okur. Kimi methiyeler düzmüş, kimi sanatını baştan sona buna adamış, kimi uğruna dağa taşa vurmuş kendini, kimi de mizacının temel taşı haline getirmiş ve demiş ki ”izahını yaşayamadım, mizahıyla devam edelim”.. Aşk kimin kollarında öleceğine karar verebilmek midir? Ya da kim tarafından vurulacağını seçebilmek midir? Diyerek sorularla kafamıza kurşunlar sıkacak olsak bile ben kabaca bunu bizim yerimize seçenleri ya da seçimlerimize usulca dahil olanları merak ediyorum..

    Çoğumuz öfkeyle, kederle, neşeyle, şımarmayla, tehditkar olmakla, korunmasız kalmakla; yaşamı alaya almakla, yaşamı inşa etmek arasında ardı arkası kesilmeyen duygu durum değişimleriyle anlaşmalı bir ruh döngüsü içindeyiz. Sustuklarımız, haykırdıklarımız, seçtiklerimiz, vazgeçtiklerimiz; aklımızda olanlar, kalbimizde taht kuranlar derken bizden bekleneni ya da bizi kurtaracak olanı değil de kara kutumuzun en derinlerinde yatanlarının iteklediğini seçiyoruz çoğu zaman.. En azından ben bu konu da dansa kaldırdığım kim varsa kendi ayağıma takılarak düşmeme neden olanları seçmek konusunda üstün bir yeteneğe sahibim diyebilirim. Tabi önce inkar mekanizmasını aşmak gerekli bunu kabul etmek için, ki kendisi hayli zahmetli bir yol baştan uyarayım..

    Zeki ve gösterişten uzak müziğini kendi yaratan adamları da dansa kaldırdığım oldu elbette, ben kendimi dansa kaptırmışken notanın yanlış basması üzerine müziği kesene kadar. Veyahut dansa davet edildim diyelim. Her halükarda konu dans bitmeden müziğin değiştirmesiyle son bulduğu gerçeğini değiştirmiyor diyelim. Yine de sizinle tanışmak büyük bir zevkti bayım..

    Betimlemelerin aşka katkısı var mıdır, bilmiyorum bununla birlikte anlatımı büyülü gösterdiği kesin. Tabi anlatılanla yaşanılan arasındaki büyüyü bozmaksa doğamızın en gereksiz alışılagelmiş huyu. İş bana gelince sanki hissettiğim ne varsa ya da o hislerin yapı taşı sayılan anılar ve onları oluşturan yaşanmışlıklar sanki sadece yazılmak için oluşmuş gibi. Kendilerini sadece yazılmak üzerine ortaya koyuyorlarmış gibi. Yazılmak için yaşıyormuşum, yazdıklarımı yaşama geçirmektense yaşadıklarımı yazmayı seçmişim gibi..

    Yüreğimin tam ortasında büyük ve garip bir yorgunluk var sevgili okur, sanki hiç olmadığım kişi beni üzüyor ve o kişiden bana kalan anlarda ne olduğunu, kime olduğunu bilemediğim buruk bir özlem duyuyorum. Böyle kendimce yarattığım ordularla karşı karşıya savaşıyormuşum da, cephede verilen devre arasında öldürdüğüm umutlarımın skorunu tutuyormuşum gibi. Hayaline hayran kaldığımın gerçekliğinden uzak oluşunu fark ettiğim an uğruna can vereceğim şeylerle değil de yaşamak için nedeni olmayan bir orduyla kuşatılmış gibiyim. Acı verdiğini bildiğim bir arzuyla baş başa kalınca adeta kendi kendimin bilincindeymişim gibi..

    Ve aşk bana ıstırabımı saklama gücünü verdi, mucizeler kaderimi etkiler mi bilmem ama bu koku kişisel kıyametimin en büyük alameti oldu. Dans ve müzik sevgili okur. Kelimelerle yeni dünyalar yaratan ben, eşi benzeri benim dünyamda olmayan orkestra şefiyle tanıştığımda benim için yeni bir dünyanın kapısı aralanmıştı. Peki ben ne mi yaptım, elbette kişisel ekinoksumu alt üst edecek olan için yeni dünyanın keşfinden vazgeçtim. Hadi ama zeki olmak başka, aklını her savaşta kullanmak başka. Aşkın en kalpazanca yönü bu değil mi zaten. Aklın fethi, kalbin fatihi oluveriyor. O ne deli rüzgardı öyle sevgili okur. Zamanında göğsüme zar zor dolan hava, onu görünce evrende farksız oluyormuşum gibi gelmeye başlamıştı. Sonuç, kendi kusmuğunda boğulan hazin alkoliğin sonu. Yani öyle peri masallarının sonunda gökten düşen üç elmayı prens ve prenses değil sevgili Lilith tek başına Adem’i başkasıyla mutluyken görüp yiyor. E vefasızlıkta aşkın bir çocuğu değil midir be sevgili okur..

    Tabi ben Lilith annenin hikayesindeki yalnızlığı sürdürmek yerine elmaları paylaşması seçtim. Hayat kısa memeler sarkıyor sevgili okur. Zamanında bol düşlerle uyunan gecenin sabahına fal taşı gibi gözlerle uyanırdım, atardım kendimi sokağa derken o düşler hayatımın orta yerine kocaman bir sinema seriverirdi. Bol kahkahalı, entrika dolu, müzikal tadında azıcık drama, bir fincan da aşk dedin mi oh demeyin film seyrinin keyfine. E hayallerle yaşayanı gerçekler dürtükleyerek uyandırır elbet. Kafanın içindekiyle evren bir değil ya. Sana rağmen değil senin için var olan görene kadar devam eden bir döngüye kapılıp gidiyor insan..

    Kim senarist, kim oyuncu, kim dublör, kim yönetmen bilmeden akıp giden zamanın ruhuna kapılan biz telaşlı aylaklardan tonla var hayatın içinde. Ve her birimizde diğer aptallar kadar normal görünüyoruz gökyüzünden. Bu yaşıma kadar bende oyun da oyuncularda hep başkaydı sevgili okur. Yani öğrenmem gereken dersler aynıydı da ben öğrenim kredim fazladır edasıyla, hayatı pek umursayanlardan olamadım. E zamanla değişen hocalar gösterdi ki, bitmeyen her ders bir sonrakinin gelişine engel oluyor. Yani öyle aman ben bu dersi bu hocayı sevmedim haydin başka derse geçelim işi hayatın matematiğinde pek yer almıyor..

    Geç öğrenen öğrencilerden olsam da, öğrendiklerimi en kıymetli hazine sandığıma işleyenlerdenim de aynı zamanda. Benim çeyrek asrı tamamlamış ömrüm aşkı hissettirme ve hissetme konusunda tadını almalara, bazen de tadını kaçırmalara şahit oldu. Aklın kalbe savaş açmasıyla başlayan hikaye hep ikisinin de enkazıyla sonuçlandı. Zamanla dört duvarın aşktan daha heyecan verici olacağına inanıp kendimi balkona hapsetmiştim. Ta ki kahvemin son yudumunu almak için kafamı kaldırıp, göğe bakana kadar.. Ve işte tam o an da mavilikleri karmaşayla, telaşla başka renge büründüren o minik kuşlarında bizim gibi göğü terk etmiş olduğunu gördüm. Göç ettiler diye düşündüm ilkin. Ah benim ahmaklığı görev edinmiş düşüncelerim. Ben ayaklarımı umursamazca kahvemi içerken balkondan sallandırırken anladım ki onlarda benim gibi, bizim gibi korunmak için kafese sığınmışlardı. Herkes kendince evine dönmüştü..

    Elime kalemi alıp mürekkebimi ıslatana kadar, ne gök cıvıldadı ne ben dans edebilecek bir şarkı duyabildim. Bugün sevgili okur tam şuan; aşka sahipsen neredesin kimlesin hiç düşünme öp, aşktan bihabersen sayın Erbaş’tan Ömür Hanımı dinle. Lakin aşka kırgınsan eğer kahveni al, bir müzik aç sesi sana eşlik eden ve göğe bak. Göğe bak ki kuşların aşkı da özgürlüğü de kafeste değil ucu bucağı hayallerle kaplı, sonsuzlukla dolu o yerde yaşadığını gör. Ve hisset yine, yeni, yeniden sevebiliriz hayatı..

    ..SEVGİLERİMLE..