Yazar: yildizlaraltinda

  • ..LİMBİK SİSTEM SAVAŞLARI..

    ..Henry Gustav Molaison..

    Her yazanın, en olmadık yerde lafı uzatma huyuna sahip olduğunu düşünüyorum, nedenini amigdalasında sakladığı.. İlhamının özüne ait her hazine tam olarak buralarda bir yerlerde kendinin keşfedilmesini bekliyor sanki.. Yazımızın kahramanı da tam olarak o hazinenin keşfinde yardımcı olanlardan. Yazarlar hatırlanır, yazılanlar anımsanır, karakterlerse bazen bir uğrak durak olur ve öylece geçer gideriz yanlarından..

    Zamanın romatizmasının tuttuğu mevsimlerden biriydi. Önce parmak uçlarımda bir karıncalanma başladı, karşımdaki dağı ortadan ikiye bölen ağaçlarla sarılı yolun görüntüsü bir anda piksel piksel oldu, seslere karşı duyarlılığımı tamamen yitirdiğim o an. Parmak şıklatıldı, perde açıldı, spot ışıklarının hedefinde, sahnenin ortasında açtım gözümü.. Vücudumdaki karıncalanma her hücremi sarmaya başladı, karşımda tanıdığımdan emin olduğum bununla birlikte merhabanın yabancısı olan onlarca meraklı göz beni izliyordu. Benden cevap bekledikleri aşikardı. Bense onlardan daha fazla soru işaretine sahiptim. Yaşamım boyunca kelimelerin efendisiyim diye inansam da şuan kavram ve anlam yetimin bir kaza sonucu yok olduğuna eminim..

    Sahnenin önüne doğru yaklaşacak şekilde birkaç adım atıyordum ki, tam o an da maestro devreye girdi, ve tadını anımsayacağım, kokusu burnumda dans eden bir melodi başladı. ”Careless Whisper- Seether” işte şimdi oldu. Vücudum olduğu yerde çakılı duruyor, gözlerimi önce şefe sonra sahnenin tam karşısına çeviriyorum. Doktorumu görüyorum tam karşımda, kafasını sağa sola sallıyor, insanların gözbebekleri büyümeye devam ediyor, daha çok merak, daha çok soru, işte tam şuan kendi erozyonumu yarattığımı anlamaya başlıyorum. Manzarası mütevazi olan balkonumdan, kaotik felaketime doğru istikrarlı bir kumar oynadığımı anımsıyorum mesela. Kaderin tam on ikiden mimlediklerinin listesindeyim. Ve evet şimdi oldu..

    Maestro her seferinde daha sert şekilde şarkıyı başa sardırıyor orkestraya. Sempatik sinir sistemim, biçme işine yeni başlayan cellat misali ne yapacağını bilmez bir halde. Bu sahneye en son çıktığımda kuğu gibi süzüldüğümü hissediyorum. Şimdi herkes karşımda, ışıkların gözetiminde, kulağımda pas tadını anımsatan bir müzikle kıpırdamayı hatırlamaya çalışıyorum. Sahneyi dolduran dansa başlıyorum. Ellerimi uzatıyorum, selamımı veriyorum. VE DANS..

    Kozmosun çatısında tesadüfe takla attıran bir karşılaşma sonrası, vücutta dopamin ve endorfinin seviyesini arttıran kahve randevusunda buluyorum kendimi. Sonrası malum serotoninin ve oksitosinin katliamının başrolü olacaktı..

    İnzivamı rehabilite eden balkonumda neredeyse her günü yeniden başlayıp bir önceki günü anımsamadan devam ettiğim o anlar. Zehirli hikayelerin, yamalı yaşamların sokağında öylece yitirilen günler geçiriyordum. Öyle ki bir nehrin kaynak noktası gibi sabit halde kalmıştım. Zaman etrafımdan akıp geçiyor, hafızama dokunmadan uzaklaşıyordu. Yaşamın bana teğet geçmesinde bir sorun görmemekle beraber bununla ömür boyu yaşayabileceğime neredeyse emindim..

    Müziğin daha da şiddetlendiği andayız. Nefesimi havada vücudumdan bağımsız dans ettirecek kadar kontrolü kaybediyorum. Sanki iplerle bağlıyım, hareketlerin yorgunluğu artsa bile durduramıyorum kendimi. Doktor ayağa kalkıyor, sahneye doğru birkaç adım atıyor..

    Tarlanın tapusuyla genelev kapısında bekleyen köylü gibiydim. Ne olacağından habersiz, tatlı da bir heyecan sarmıştı. Uzatılan eli tedirgin olmakla beraber tutup dansa kalktım. Tabi ya düşünmem gereken yerde duygulanmak, duygusal mastürbasyona izin vermem gereken yerdeyse düşünmek zorunda bırakmak kendimi. Tam olarak buydu. Beni akıbetimin kaptanı olmaktan alıkoyan o şey. Merakımdan verdiğim her taviz beni, keşfi sabrımı sınayan yollara sürükledi aslında. Birçoğu için bu katlanılabilecek bir durum sayılsa da ben dürtüleriyle hareket eden Pavlov’un köpeği gibiydim. Merakım iplerle kontrol altına alınmaya başladıkça öfkem dansımı etkiler hale gelmişti..

    Doktorun elindeki makasın gümüş işlemeleri bir an gözlerimi aldı, dengemi yitirip ayağımın üstüne bastım, ki genelde kimseye izin vermeden önce kendime çelme takmalarımla ün salmıştım sahnelerde. Müzik kağıt kesiği hissi yaratacak şekilde durdu. Yere düşmemle başımı çarpmam öyle saliselik bir olaydı ki karıncaların vücudumda kendi cumhuriyetlerini kurduğunu söyleyebilirim..

    Kaskatı bir halde, karanlığın yerini flu görüntülere bıraktığı o an gözlerimi araladım. Karşımdaki bulanıklık azaldıkça yüzünde Mona Lisa’vari bakışları olan kişiyi gördüm. Sırtımı sağlama aldım diyecek olsam da toplumun hapishanesi sayılacak kaldırımda, yatağımdan daha rahat diyerek uzanmışım öyle. İnsanlara doğan cevap hakkına kalırsa da koşuştururken düşmüşüm. Sonucu değiştirmeyecek olduğu için gidiş yolunu önemsemiyorum.. ”Açılın ben doktorum” nidasıyla herkesi kenara kovalayan kişinin zamanın ruhuna itaat etmeksizin başımda uyandırmaya çalıştığını söylediler. Bay Mona Lisa tam karşımda hafif ayağa kalkarak elini uzattı. Dudaklarının hareket ettiğini görsem de seslerin arasından ayırt ettiğim tek şey birinin telefonun çalmasıydı. Doktor dişlerini gösterirken telefondan ”can’t get you out of my head” şarkısını duyduğum o an ellerimi çoktan uzatmıştım..

    Telaffuz ettiğim kelimelerin anlatmaya çalıştıklarımla alakası yoktu. Sebebi derinlerde yatan sarsaklığım ”kahve” dışında pek bir şey söylememe izin vermedi. Kestirmelerle dolu hayat bilgimi cetvel kullanmadan yeniden yazmaya adım attığım her gün için..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..MAYIS SIKINTISI..

    Ay ışığı sonatı.. Ve o muhteşem yalnızlık..

    Tren garlarını severdim eskiden. Yani anımsayabildiğim en eski ve ilkel terapi yöntemim buydu. O raylar gidebilmeyi, bağımsızlığı hatırlatırdı bana. Gardaki insanlarsa kalmak zorunda olmayışımı, uymak zorunda kalmayışımı hissettirirdi. Peki en son ne zaman uğradım terapi merkezine? Kendi dünyamın merkezine en son ne zaman yolculuk yaptım peki?

    Etrafta kimi görsem.. Pardon balkonda oturup ne zaman gelip geçenlere dalıp gitsem, o dipsiz okyanusta hep anlam veremedikleri dünyalarına yalnızlaşan yanlarıyla ya da bunamış acılarıyla bakan insanları görüyorum. Duvarların arkasında çıplak kalıp kendi olanların yeri bu cadde. Üstlerindeki derinin içinde çürümeye başlamış ruhlarını türlü kıyafetle gizlemeye çalışanların bu sokak.. Peki ben bu sokağa ne zaman taşındım?

    Karşıma çıkan her şey yetersiz gelmeye başlamıştı. Ha az zaman önce ha çok zaman önce. Çok bir önemi var mı bilmiyorum. Biyolojik olarak ilerlediğini bildiğim, onun dışında da pek bir anlamı olmadığını gördüğüm şey şu zamanın ruhu. Kendi ekinoksunda zıpır bir çocuk işte. Akıp gidiyor öylece..

    Doyumsuz kaygılarım, kendince başını alıp giden düşüncelerim, uykusuzluğumun anavatanı olan düşlerim, çakma Çin işkencesi sayılacak kabuslarım.. İşte bu sokak bu Bermuda Şeytan Çokgeninin tam merkeziydi. Merkeziymiş.. Bu sokağın her köşesinde, içimde kıpırtı uyandırmasını sevdiğim her ayrıntının soluk siluetinin mezarı vardı adeta. Ben bir tanıdığın mezara çiçek dikmeye gelmişim de buraya ev yapmışım fark etmeden. Tamam, fark etmemek demeyelim de kendiliğinden gelişen bir yaşam şekli diyelim..

    Soluduğum havaya sanki ciğerlerim aşinaymış gibiydi. Birkaç cümlelik ömrü olduğunu düşündüğüm bu masalın bir destana dönüşeceğini pekte hesaba katmış sayılmam. Ruhu toprakla bütün hale gelmiş, et yığınından başka bir şeyin olmadığı bu sokağın tam merkezine kurdum evimi. Balkondaki saksıları çiçeklerle donatırım sanıyordum. Şimdi her birinde kökünü temizlemesi zamanın kendisine meydan okuyan yaban otları birikti. Her şey o kadar renksiz, hayat öyle donuk bir manzaraya sahipti ki bu sokakta güneşin gözü yakan yansımaları başta bunu net görmeyi engelliyordu. Ya da gökkuşağından bihaberdim.. Ta ki kör olup görmeye başlayana kadar..

    Önce sesler bulanıklaştı, sonra renkler tadını yitirdi, en sona kalansa karanlığın kendisiydi. Baktıkça göz kamaştıran, matlığının büyüsünden kendini alamayacağın bir karanlık. Bu sokakta kaldırımda bulunan her taşın kendine özgü bir hikayesi vardı; hepsini aynı kılıp o gri olanı eşsiz kılan tek paydasızlık ise, hepsinin arabalarla taşınmış onun trenle gelmiş olmasıydı.. Zamanın kendi içindeki düzeni nasıl ilerledi fikrim yok ben az diyeyim sen çok anla. Bu sokağın her milimetresine, o milimetrede olup bitmiş her ana hakimdim. Ta ki çiçek dikme niyetiyle gittiğim çiçekçiden yeni bir yaban otu alıp evime dönene kadar. Evimin ötesindeki çiçekçi ile kapımın hemencecik önündeki gri kaldırım taşı arasında geçen o süre zarfında kör olmak, tren raylarının özgürlüğünü hatırlamak için ilk adımdı, adımmış..

    Afalladım, korkmaya başladım, hayatımda ilk kez ellerimin terle buluştuğuna şahit oldum. Terleri hissederken yaban otunun elimden kayıp düştüğünü fark etmedim bile. Nasıl oldu bilmiyorum. Bir an da balkonumda alıverdim ilk soluğu. İlk soluğu diyorum çünkü öncesi yetersiz solunumdan ibaretmiş. Bu sokağa geldim geleli ilk kez güneşin doğmak için nasıl çabaladığını gördüm. Arabaların isyankar vazgeçişleriyle insanları nasıl içlerinden kustuklarını, kaldırımların üstündeki et yığınlarına olan öfkeyle onlara nasıl hapishane oluşlarını fark ettim. Kuşların özgürce uçuşunu duydum ilk defa. Sessizce ve ansızın vedalaşan, bu vedayı el sallamadan öylece çekip giderek geride son görüntüsünün hiç yaşlanmayacağı bir fotoğraf bırakanları mesela..

    Olduğum yere oturup etrafa bakındım öylece. Bu yeni durumu sindirebilmek için; insanların birbirlerine bakarken sağır, dinlerken nasıl yok saydıklarını kavrayabilmek için. Uzun bir gün olacak belli ki. Nabzımın sakinleşmesini beklerken etrafı koklamaktan kendimi alamıyorum. İlk defa bir çiçek kokusunu bu kadar yakınımda duyuyorum. Kendi var oluşum meğer körlükten ibaretmiş. Nefesini hissettiğim, canlılıklarını bildiğim, sokağımı paylaştığımı sandığım her şeyin yitip gidişi.. Yitmiş oluşunu aslında.. Şimdi daha iyi görüyorum. Kendi duvarlarımın gerisinde kalmış özgürlüğüm, balkonumdaki esaretimle yer değiştiriyor yavaş yavaş..

    İşte bak, güneş doğmak için verdiği savaşı kazanıyor şimdi. Kendi benliğimi okşamak, düşüncelerimi onaylamak için ortaya kurduğum her cümle ise aynı dili konuşabilen insanların kümesinde yeniden canlanıyor. Yaşam zamansız, seni yoracak ve doyumsuz kılacak bir doğumun tam eşiğindesin. Tanımlamalarla dolu yapılara iyi bak. Kendini anlatmak için türlü renklere boyanmış, kimisi tahtadan kimisi demirden pencerelerle bezenmiş şu yapılara iyice bak. Görüyor musun? Bu sokak öykülerle dolu; uzun tanımlar, yüklü sessizlikler, eklere bölünmüş zamanlar, karşılıklı yorgunluklar, derinliği basıncından dolayı ulaşılamayacak acılar.. Şimdi yavaşça ayağa kalk ve iyice bak bu sokağa. O öykülere bak, ve söyle bana.. SENİN BU SOKAKTAKİ HİKAYEN NE?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..AMİGDALA..

    Durmaksızın titreyen dizlerim, kontrol edemediğim tırnak yemelerim gerginliğimi ele veriyordu. Bu düşünceler öyle hücum ediyordu ki ruhuma, zehir enjekte edilmiş gibi her hücremin yandığını hissediyordum. Ara sıra bile olsa bir şeylerden rahatsız olmak gerekiyor. Gerçek bir şeylerden. Peki sen en son ne zaman bir şeyden gerçekten rahatsızlık duydun?

    Bir zamanlar hayatın eziyetine rağmen katılaşmam diyordum ben de. Sakin akşamlarda sevdiklerimle, çiçeklerin huzur kokusu saldığı bahçemde geceyi gündüze, gündüzleri en tatlı uykulara bağlardım. Sonra ne mi oldu, sonra o tırnakları ve dizi ele geçiren şey ne miydi?

    Anlatsam bile anlamayacaksın. Hadi gerçeklerin acı veren yüzünden konuşalım biraz. Bugün madalyonun ikinci yüzüyüm senin için. Bu kontrolün sahibini görüyor musun? O, ”DUR” sinyalini verene kadar tüm hücremin itaat ettiği onu. Göremezsin. Göremeyeceksin. Baksan da sana kendini gizli kapaklı sunacak sense öğrendiklerinden ileri gidemeyeceksin. Dışarıda olup biten tehlikelere tepkisiz, içerideki boğulma hissine karşı duyarlı olacak şekilde yetiştirildin çünkü.. Duygusal biliş sistemin bağımsızlık rahatsızlığına yakalanmış bir kere.. Mutluluğu ve huzuru ne kadar istersen iste, konforlu alanının dışına çıkamazsın sen. Bedeli boyun eğmek olan esaret senin soyunun ana dili, yaşamın boyunca bu dili konuşmayı öğrendin..

    Seni yönlendirilmeye alışmış, dar kafalı budala. Labirent faresi, aklı sahiplerine ait kukla seni. Aptallaştırılmak üzere koyulmuş kuralların sorgulamayan esirisin sen. Her hücren tasmanı takan sahiplerine ait ve bu senin için hiçbir zaman sorun olmadı. O yüzden söyle bana bu hayatta ne zaman gerçekten gerçek bir şeylerden rahatsızlık duydun sen? Haklısın üzerine çok geliyorum. Sen bunları duymayı değil sahte dengelere ev yapmayı öğrendin. Sen sana sunulandan fazlasına dönüp bakamayacak gözlüklere sahipsin. Sen kendi kendinin esir tacirisin.. Seni anlamadığımı söyleme bana. Seni gördüm. Kimseler izlemezken dans edişini, maskenin altında kalan buruşmuş hayallerini, etten kemikten ayrı çıplaklığını gördüm senin. Müziğini duydum. Müziğindeki sevgini, kederini, acını, feryadını duydum. Seni yalnızca senin kurtaracağını gördüm. Bataklıktan çıkmak için nasıl çırpındığını, yalanlarla zehirlenmiş evini nasıl temizlemeye çalıştığını, esarete başkaldırışını..

    Tabi daha sonra o bataklıktan daha fenasına dalışını, sorumluluk almak yerine tasmanı kendi ellerinle ”kurtarıcın” bellediğin kişiye nasıl verdiğini gördüm. Yuva dediğin konfor alanında düşünmeden zehirlenişi kabul edişini, pencerenden sokağa bakıp baharı izleyerek hissedemediğin ne varsa yaşıyor(muş) gibi taklit edişini. Acıyı ve felaketi işitmektense, ahmakça konuşulup aptalca yaşanan hayatı nasıl kabul ettiğini gördüm..

    Titriyorum evet, gerginim evet, çünkü senden korkuyorum. Yaptıklarından değil en çokta aklından geçenlerden. Boyun eğmeyi göze aldığın yaşamdan. İçindeki embesilin defalarca tur bindirdiği hatalara düşüyorsun, onlardan sanat eseri yaratmak yerine. İşte bu yüzden korkuyorum senden.. Yemekten tükenmeye yüz tutmuş son birkaç parça tırnak kaldı parmaklarımda. Laktik asit birikmesine sebep olan titremelerimse durmaksızın devam ediyor. Sokağında bu soğukta öylece pencerene bakıyorum. Baktıkça gerginliğim artıyor. İşte, işte senin asla göremeyeceğin içten beni fetheden o hissin tepe noktasından kendimi bırakmaya hazırlanıyorum. Yıllar geçti, belki aylar, belki günler ya da belki de saniyeler zamanın kavramsal anlamından çok hislerimin tükenme noktasına bakıyorum. Takvimin kaç yaprağı birikti bilmiyorum, hisleriminse dibini ekmekle sıyırmama az kaldı görüyorum. Endişe, korku, öfke.. Hepsi satranç ustası gibi pür dikkat ilerliyor hücrelerimde. Biraz daha dayanmalıyım..

    Yağmur damlası ve rüzgar..

    İlk kez uzun bir nefes çekiyorum içime. Rüzgarın hissettirdiği şey her neyse beni ele geçiren efendiye hükmediyor ve kafamı bir an için pencerenden gökyüzüne çeviriyorum. İşte asıl hikaye burada başlıyor. Asıl hüküm, asıl oyun ve esaretin ödenmesi ağır bedelini, giydiğim hırkayı tam olarak işte bu anda ağır ağır hissediyorum. Kırmızı renge öfkesiyle dalan boğa gidiyor içimden de yerine eline kırmızı balonu tutuşturulan çocuk geliyor bir anda. İşte yağmur. Sonunda hızını zamandan sıyırarak bırakıyor kendini bedenimin üstüne. Hissedebiliyor musun? Hayır. Hiç sanmıyorum. Sen beton ormanların kralına itaat etmekten vazgeçmeyeceksin. Bense gözlerimi gökyüzünden ayırmayacağım. Göğsümde kemirmeyi adet edinmiş öfkenin zincirlerini açıyorum ben. Bırakalım göğe karışsın. Peki sen? Hayatının altını çizmek yerine üstünü çizmeye devam mı edeceksin?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..GRIEF..

    Peki ya zaman, hangimizin tanrısı hangimizin kölesi söylesene Semender?

    O beni soğana benzetirdi, katman katman olduğumu söylerdi. Bense onu kabuklarımı soymakla uğraştırmayı severdim. Bir şeylerin nasıl olduğuyla değil de neden olduğuyla ilgilenmek isterdi çoğu zaman. Ben de ona zihnini patlatacak bilgiler vermek yerine öylesine karmaşık fakat basit olaylar sunar öylece tıka basa doldururdum onu. Öğrendiği her şeyle kendini zeki hissetmesi hoşuma giderdi. Aptal sayılmazdı elbette. Sadece iş düşünmeye, anlamaya, sevmeye, zamanını teslim etmeye geldiğinde anksiyetesi tutar, atak halinde kaçmayı ilk yol olarak gördü. E o zaman neden o yolda onu uğurlayıp kendine kendin gibi ”sözde soğan” familyasından olanları bulmadın dediğini duyar gibiyim Semender. Haklısın da hatta birçok açıdan bu durum işime gelirdi. Gel gelelim kimsenin kimseye ayıracak vakti olmadığı, uykuya tutturulan şu zamanda bana katlanan ender kişilerdendi. Belki de en çok bu yüzden hiyerarşi piramidimin en önemli parçası haline gelmişti..

    Anımsadığım en eski hikayelerim onun en güncel versiyonunu tamamlıyordu sanki. Öncesinde tanrım olan zaman yanılgılarımı, hatalarımı nakış gibi işlemiş her hücreme böylelikle şimdilerde kölem oluşunun ilk temellerini o zaman atmış oldu.. Şimdi gelelim asıl hikayeye Semender, ateşi hazırla yanma ya da yakma zamanı..

    Her zaman rutin tasarrufuna başvuran ben ilk kez o bahar akşamı rutinimden farklı bir şey yaptım. Balkona çıktım, tam kahvemi yudumlayacakken bir ses duydum. Donma hissiyle kaçma hissini aynı anda yaşadım. Masamdaki zarları alıp kendimi açık hapishane olan kaldırıma attım. Gözü dönmüş amok koşucusu misali durmaksızın koşmaya başladım. Güdüleriyle hareket eden hayvandan farksız, sese doğru gidiyordum. Nerede, neyden, nasıl, ne belli demeden sadece gidiyordum. Olağanüstü geceyi bilir misin? Bazı şeyler sadece romanlarda olmuyormuş canımın içi. Beni bilirsin Semender olabilecek en iyi versiyon için önce var olanı yakıp yıkar, sonrasında parçalara ayırırım. Ardından bahar temizliği yapar gibi her hücremi yeniden tasarlarım. İşte o koşu ve vardığım o yol ilk kez beni benim dışımda parçalara ayıracak bir güce sahip şeyle bitiyordu.. Teslim olmanın iraden dışında olabileceğine inanır mısın Semender? Ya da -mış gibi yapmanın en kaotik hali ona yavaş yavaş bürünmek olduğuna?

    Yaramı o duvara çarpana kadar hissetmemiştim bile. Yıllarca benimle gelen, her bahar temizliğinde yerine monte edilen o yara meğer iyileşmek için kendini hissettirmenin en afili yolunu aramış ve buldu da sonunda.. Yani bulmuş. Bulmuştu hatta. Ses mi sözcükler mi bilinmez, bildiğim tek şey büyülendiğim aşikardı.. Deli divane koşuştururken kaldırımda ve gürültü ini olmuş cadde de, kulağına ”unutma sen de ölümlüsün” diyen Sezar’ın muhafızı gibi karşımda dikiliyordu. Kendimi yıllarca beli bükülmüş soru işaretinden hızlıca dimdik vaziyete gelen ünlem işareti gibi hissettim o an. Onun gözlerindeyse Bermuda Şeytan Üçgeninin başlangıcı olan şaşkınlık, birleşim noktası olan sorgulama ve sonu getiren bir merak vardı.. Hedefine ulaşırken hayatı ıskalayan aptal gibi bakıyordum sadece. Ve Mariana Çukurumun en dibine yolculuk sanırım tam olarak burada başlamıştı..

    Anı kumbaramız kum saati misali doldukça taşmak için zamanını kolluyordu. Beni donattı mı anılarla, yoksa soyup gerçekten soğana mı çevirdi tartışılır. İlkbaharda manik, sonbaharda depresif ve geri kalan yazı kışı onun için silik benim için bozuklarla dolu bir hikaye yazarak geçirmeye başladık.. O kadar aniydi ki giriş gelişmeyi oluşturmadan karmaşa ve sonuca giden iletişim kazalarının, virajı alamayan kurbanı olmaya mahkumduk zaten. Bazı hikayelerin sonu başından bellidir lakin dediğim gibi bizde Başı olmayan bir rüya hali gerçekleşti. Ya da kabus, tanımın sevgili Semender korku eşiğine göre değişir tabi..

    Sevgi, zamanın kölesi midir Tanrısı mı?

    Benim için zamanın ruhudur sevgi.. Ne kölesi yapıp kırbaçlar zamanı, ne efendisi yapıp satar içindeki şehveti, arzuyu ve masumiyeti. Hak etmediğimizi düşündüğümüz şeyleri çengelli iğnelerle iliştiriyoruz hayat gömleğimize. Peki neden? Ya da bu sence ne kadar umurumuzda? Yara dediğimiz şey öylece çarpılan yerden merhaba demeden neden tam olarak hissedilemiyor mesela? Ya da gerçekten yakıp yıkıp, parçalayıp inşa edebilir miyiz her şeyi? Her bir sorunun cevabına soruyla karşılık verirdim, sonrasında seçimler için zarları kullanırdık. Matematiğin en en eğlenceli kısımları burada devreye giriyordu. Tabi sadece benim için. Onun şans dediği şeyler olasılığın kendisiyken, kötü kader dediği şeyler finagle kanunuyla açıklanabiliyordu. Dedim ya o açıklamalarla değil zarı atıp oyunun kendisiyle ilgilenen birisi oldu. Aşk edebiyatı yapmıyorum, Aksine edebiyat parçalayacak bir konu olduğunu göremiyorum da ortada. Benimkisi sevgili dostum senin hikayenin ayna etkisini yazmak..

    Soru zincirlerinin ve cümle enkazlarının düşünsel kazalarına yol açmadan hikayemize dönelim sevgili dostum. Zamanı kayıp veya kazanç olarak görenlerdensen burada seninle yollarımız ayrılıyor maalesef. Çünkü yaşamın içindeki düalite bütünün parçası, parçanın kendisi haline geliyor bundan sonraki kısımda.. Zamanı tik taka bırakırsan, birbirini kovalayan akrep ve yelkovandan ibaret kılarsan her şeye ya geç kalırsın ya da erken gidersin. Tam zamanı dediğin bir yanılgıdır bu durumda. Evrenin kendi saati bu konuda muazzam bir planla ve işçilikle işliyor inan bana dostum. O gün gürültülerin yapamadığını, fısıltı gerçekleştirdi. Her gün aynı saatte, aynı yerde, aynı tonlamayla nefes alan ben geç kalmanın telaşına ya da erken gitmenin rahatlığına bıraksaydım kendimi, matematiğin birinci dereceden bilinmeyenli denkleminden ibaret kalabilirdim. Oysa hayat strateji yönünü elersek satranç gibi sayılmaz, tahtada oyun biter sokakta devam eder. Lineer doğrusallıktan da ibaret olamaz. Elektrokardiyogram olarak akıp gider ayaklarının altından ya da başının üstünden..

    Benim ellerimden kayıp giden ayaklarımın altında yeşermekle kendini gösterdi aslına bakarsan. Doruklarını yaşadığım her duyguya yenik düştüğüm de zamanı ve sevgiyi kırbaçlarcasına cezalandırdım. Bedel ödemeliydi ikisi de benim dünyamda. Yarım kalmış projeyi, enkaza dönüştüren bir felaket senaryosunun başrolü olan zaman ve sevgi artık sadece Shakespeare’in mısralarında kırbaçlanmaya ve kepaze edilmeye mahkumdu.. Amok koşucusu olarak hedefe vardığımı sandığım o gün, sesiyle cümleleriyle elimdeki zarların olasılığını göz önüne almadan ayaklarına atıp seçenekler silsilesinde bana yeniden bahar temizliği yaptıran şey şimdilerde içimdeki yalnızlık canavarının heykeltıraşıydı.. İnleyen zaman, korkudan sinmiş sevgi mahzenin en karanlık yerinde prangalarla inlemeye devam ederken takvimin kendinden bile habersiz akışı durmadan devam ediyordu.. Bir sabah, kahveyi balkonda değil pencereden sokağı izlerken buldum kendimi. Rutinimi allak bulak edeni ellerimle uğurlamış, zamanı ve sevgiyi zincire bağlamış, yeniden inşa etmiştim her hücremi. Etmiş miydim gerçekten?

    Tozlu hücrelerin dibini sıyıran bir anı canlandı bir anda gözümde. Rüzgarın burnuma getirdiği kokuyla. Donma ve koşma. Hayır sevgili Semender hayır bu sefer ikisi de olmadı.. kahvemi sonuna kadar yudumladım. Zarları alıp mahzene indim. Zaman ne şaşırdı ne de korku, sevgiyse öylece sinmişti köşeye ne yapacağımı merak ediyordu. Önce kalemi daha sonra da zarları koydum önlerine. Kalemle prangalarını açtıktan sonra zarla kendi seçilerini yaptılar. Esaret mi? Özgürlük mü? Biri Mel Gibson gibi bağırdı zarların durmasıyla ”Freedom”. Diğeri kalemi kırıp zincirini taktı geri..

    Peki sevgili Semender sende kalemi kıran kim, özgürlüğe koşan kim?

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..MASAMDAKİ HIRKA..

    Saatlerdir bakışıyoruz.. Tik tak tik tak tik tak..

    Aklımın tik’i ruhumun tak’ını ezip geçiyor. Zaman buruşmuş parmaklarımın arasında sıyrılıp gidiyor. Yine de gözümü kırpmadan senden kalan son şeyi gözlerimle ilmek ilmek yiyip bitiriyorum. Delirecek gibi oluyorum bazen. Düşüncelerim beyin hücrelerimi kemirip bütün sinir sistemimi alt üst ediyor. Bedenimde havai fişek gösterileri düzenleniyor gibi hissediyorum. Benim davet edilmediğim bununla birlikte tüm gürültüsünü, sarhoşluğunu, yığın haline gelmiş çöplerini, yorgunluğunu hissettiğim bir parti var içimde. Kapıları özel şifreyle açılan labirentlerden geçip ulaşabileceğin bir parti. Ve ben teslimiyetin sembolü diyerek tüm şifreleri sadece sana söylemişim ve unutmuşum gibi..

    Avucuma bıraktığın umudun her bir parçasını toprağına yerleştirdim o gün. O gün bugündür masamda eksik olmayan sigara, kahve ve hırkan. Birde film akışı hızında insan siluetleri.. Vızır vızır uçuşan kelimeler ara sıra kulağıma çarpıyor, çarpıyor çarpmasına da kulak salyangozuma varmadan hissiyatını tüketiveriyor. Sahi harf zırvasının oluşturduğu şu cüretkar kelimeler kumpanyasına bak hele. Ne kadar beylik beylik davranışlar sergiliyor. Hiç tükenmeyecekmiş gibi. Halbuki kalemin mürekkebi bitene kadar ömrü olduğunu bilse bu kadar kibirli olabilir miydi merak ediyorum?

    Sen şimdi o gökyüzü denizinden bakıp şu halime gülüyorsun dimi. Cevapları umurumda olmayan yığınla soruyu kendime sorarak günün intiharına sebep olduğum için. Gerçi hep kızar ve burnumu sıkarak uyarırdın böyle zamanlarda. Her şeyin dualiteye sahip olduğunu savunurdun. Hatta bir keresinde bana bu durumdan keyif aldığımı söyleyip ”kafandaki Sokrates’ten kurtul bak Diyojen rakı sofrasında bizi bekliyor” diye alay etmiştin. Her şeyin dönüştüğüne inanırdın. Hayran olduğum konu bu sanırım, sana karşı. Şimdi şu karşı sandalyemde asılı hırkana bakıyorum da ee diyorum kendime, hadi artık neye dönüşeceksen dönüş. Senin kokun, ölü derilerin, şampuanın yüzünden oluşan kepeklerin ve dökülen saçlarına ev sahipliği yapan şu yamalı hırka. Söylesene dönüşsün ya o da..

    Yağmur atıştırıyor. Zamandan bi haberim bana sorarsan daha az önce şu karşımda ”her şeyin edebiyatını yapma bırak dağınık kalsın hadi parka gidelim” deyişini anımsıyorum. Duvarda yaprak döken ağaç misali sonbaharını yaşayan takvim ise senin gidişinin aylar önce olduğunu söylüyor. Saçmalık.. Şemsiye kullanmadığım için sırtıma verdiğin o hırka. Pencereden baktığımda gördüğüm tek resim bu. Vızırtısına ara veren bir siluet pencereyi açıyor, rüzgar perdeleri havalandırıyor. Yağmurun sesini, rüzgarın tenime temasını, anıların tadını alıyorum. Ve bir fotoğraf karesi daha beliriyor bir anda. Bak, bak işte diye heyecanla beni doktorun yanından alıp götürdüğün o park. Hatırlıyor musun ilk depresyon zamanında gülümseyerek beni lunaparka götürmüştün. Korktuğumu bile bile o lanet gondola bindirmiştin beni ve ”madem depresyondasın, madem göz pınarlarından anksiyete akmaya hazırlanıyor, ağlayacaksan buna layık bir manzaran olsun” diye kahkaha atmıştın. Korkudan mı yoksa senin antidepresan etkinden mi bilinmez ilk kez ve muhtemelen son kez o gün kafam yastıkla buluşur buluşmaz zihnim siesta uykusuna dalmıştı..

    Yüzümde ilk kez mimik oynaması görmüş olacaklar ki herkes pür dikkat bana kesildi. Zaman kaymasından mı bilinmez yüzlerini bile gördüğümün farkında olmadığım birçok çift gözü bir anda üzerimde hissettim. İlk kez hırkan dışında bir şeylerle temas eden gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. İlk hissettiğim şey bedenime sarılan bir çift el oldu. Garip bir sıcaklık sardı o an bedenimi. Saf sevginin buzulları eriten sahnesine geçiş yapmış bulunmaktayım sanırım. Ben dışında herkes, her şey ağır çekimdeydi. Sesler, görüntüler, rüzgar, yağmur, hareket etmeyen ve sanırım hareket etsin diye anın rengini bağışlayacağım tek şey hırkandı, diye düşünüyordum ve bir anda rüzgarın sertliğinden olsa gerek hırkanın bana göz kırptığına yemin edebilirim. Kokusunu aldığımda duyu organlarım işlevlerini hatırlayıp tekrar iş başına geçmeye karar verdi o an. Dilimde yaşamın garip tadı, omzumda sevginin sıcaklığını hissettiren bir el, gözlerimin önünde senin fotoğrafın, kulak zarıma temas eden müzik, Donma tepkisi yaşayan ruhum öylece bir iç çekip kış uykusundan uyanmaya, silkelenmeye başlıyor şimdi..

    Hırkanı ait olduğunu bildiğim tek yere astım, ve merak etme sana son ve gerçekçi sözümle yaptım bunu..

    Zihnim çöplük öğütücüsü misali kelime zırvalarıyla mücadele ededursun. Bu bedenin içinde ebedi mahkumiyetimi bitirene kadar, hakikati ortaya çıkaran yalanlar söylemeyip, beni yanlış tanıyan basmakalıp her şeyi unutacağım. Şu defolu evrende üç günlük dünyanın üçüncü gününde, kaderimin uçurumlu virajında hiç durmadan dans edeceğim. Ölümden kaçış var lakin kurtuluş yok bu yüzden feleğin çemberine sıkışmaktansa hayata tur bindireceğim. Ve mürekkebim bitene kadar her harfin hakkını vererek yaşayacağım..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..MORATORYUM KİMLİK..

    ”Sende, ben, imkansızlığı seviyorum, fakat asla ümitsizliği değil.”

    (Yasal uyarı.. Aramızda duygusallığını kelimelere dökmek yerine sessizliğiyle gözlerinden okunmasını bekleyen insanların varlığı bilinmekte, lütfen birbirimizin gözlerine bakmayı öğrenelim. Ayrıca lütfen arkada haggard aç sevgili dostum böylelikle ben yazarken sen de okurken aynı anı paylaşmış olacağız..)

    Satürn etrafında dönen beş gezegenden biri olmaktansa, güneş etrafında dönen ufacık merkür olmayı tercih ederim.. Hatta ederimden öteye geçmişliğim oldu. Ve her hikaye gibi bu da mutlu sonla işi olmayan bir hikaye.. Ya da o hikayelerden birinin artakalanı..

    Aşk sadece psikolojimi alt üst etmekle kalmamıştı. Hayat katmanlarımı, kimyamı, edebiyatımı, dansımı, müziğimi, kahvaltımı bile değiştirmişti.. Kainatta yankılanan her ses aşkın müziğinden ibaretti sanki. Ne hoş bir aptallık hali. Ta ki benim parçalarımdan yepyeni birini kuracağını sandığım aşkın, beni enkaz müzesine dönüştürdüğü ana kadar.. Ya şimdi, şimdilerde ondan artakalanlarım sanırım..

    Gelelim fazlasıyla aceleci olup her zaman geç kaldığımız o malum zamanlara. Geçmişte yaptığım hatalarla gelecekte yaşayacağım tutarsızlık zincirlerinde bugünü yaşamaya çalışan sevgili moratoryum kimliğindeki ben.. Her yaşına sevgili aile bireylerinin izniyle girmiş olan ipotekli kimliğin ve tabi ki kalbimim o zaman için yegane sahibi sen.. Her hikayenin bir figüranı bir başkahramanı olmalı. Benimkinde genelde senaryoyu yazan ben olduğum için başkahraman hep başkası oldu. Bu hikayede sadece anlatılanlar olacak. Anlatılanlardan da ziyade karalanmış cümle kusmukları silsilesi, kahramanlar çoktan sahneyi terk etti çünkü.. Şimdi lagalugayı bitirelim de kahvemiz bitmeden başlayalım kelimler erozyonuna..

    Kahve demişken benden kafein, anksiyete ve kelimeler çöplüğünü çıkarırsanız, geriye pek bir şey kalmaz sanırım. Dışarıya karşı sağlam duvarlı kalem, kurşun geçirmez zırhım olsa da beni benden koruyamıyorlar maalesef. Somurtkan yapılarda yetişmiş ruhum, parklarda esir olmayı oyun edinmiş çocukluğum ve hırçınlığıyla nam salmış özüm arasında bir yerlerdeyim. Ara sıra şarkılarla şiirlerle bağırırım da pek duyan olduğu söylenemez. E hal böyle olunca bende duyanlar, okuyanlar çokmuş gibi başladım evcilik oyunun kurallarını yeniden yazmaya ve tabi oyuncularını seçmeye.. Bu oyun beni tam olarak anlattı mı, hayır. Yani oyunun her şeyini en ince detayına kadar tasarlamış olsam bile sanki özünde eksiklik varmış gibiydi. Beni tarif ediyor, bazen etiketlere neden oluyor ama beni açıklamıyordu. Benim rakamlardan ibaret anlarımdan bahsediyor ama beni ele vermiyordu. Bende hal böyle olunca acıtan şeylerle alay edip, kanayan yerden gülümsemeye başladım. Hayatın eğlenceli kumarında olmayacak şeylerin üstüne zamanımı basarak kaybettiğim, harcadığım çok an var hikayemde. Duygu dünyamın bozguna uğrayıp kumdan kale misali çabucak yıkıldığı çok an var.. Bayatlamaya yüz tutmuş ne varsa hepsini ıslatıp yeniden fırınlayana kadar da gıda zehirlenmesi yaşanmış çok an oldu.. Yine de alnımdaki mezar taşına ”yaşamak ayrıcalıktır” yazdıracağım..

    Sıradan sayılabilecek bir gün de, zamanın ruhuna kaptırmışken kendimi alelade bir neşeyle aşka dönüşen bir kaosun ortasına düşmüştüm. Olağan üstü bir uyuşturucu hissi. Kafasını herkesin kaldıramadığı ise aşikar.. Ben bana uygun olanlardan ziyade, ruhumu talan eden kaosun elçisi yapacaklarıma meyilli. Özünde fiyakalı ama kaybeden biriyim. İpotekli kimliğe sahip birinin hiyerarşi piramidini kendi oluşturması için kendi kimliğimin özünü kargaşaya dönüştürmüş olsam bile, yıkım sadece bende gerçekleşti..

    Bu zaten böyle değil midir? Kendi kurallarıyla oynamaya cesaret edemeyen, oyunun tanrılarına deli gömleğini hak görür. Bana gömleği getirdikleri sırada ilaçlarla uyuşmayı tercih etmiş olacağım ki şuan elimi kolumu müziğin ritmine rahatça bırakabiliyorum. Oradan bakınca elimi kolumu değil genel de kelimeleri göreceksiniz. Yeni oyun yeni kurallar. Onlar uyum sağladığımı sanıyor, oysa müzik kafamın içinde hala devam ediyor. Sanırım yaşadığım dünyanın düalitesini oluşturmak yaptığım en doğru hoyratlıktı..

    Malzemesi bol çorba misali hem vitamin deposu hem karmakarışık aklım, tükenmiş kalemim, gastritimin sevgili yoldaşı kahvem ve tabi ki silip karalanmaktan hüsrana uğramış defterim. Birilerinin hayatına girip çıkıyor, o çıkışta yine birilerinin hayatına dahil oluyoruz. Karşılıklı roller biçiyoruz, etiketler koyuyoruz, duygu denizinde yüzüyor ya da boğuluyoruz. Y da taht kavgaları misali boğdurtuyoruz birilerini. Sonra hop dön başa. Farklı yüzler, değişen rakamlar. Hayatın kumar masasından hiç kalkmıyoruz da bahse girdiklerimiz değişiyor sanki..

    Martin Eden’in Ruth’u, Ruhi Mücerret’in Nazlı Hilal’i, Hayati Tehlike’nin Şebnem’i.. Hepimizin hikayesinde sentetik boşluklar oluşturan; sahtelik, korkaklık, saçmalık ve aptallığın hamuruyla yoğurulmuş yalana dört elle sarılmamıza neden olan, yanılgılar yaratan biri vardır. Hayatının aşkını bulup ecele gülümseyerek gidenler bu hikayeden nasibini alamayaca olanlar tabi. Miladın öncesi ve sonrası olarak bir kişiye ya da bir olaya bağlayanlardan mısın bilmiyorum. Ama eğer öyleyse sevgili dostum imkansızlığın aşka dönüşmesini unut. Ümitsizliğin, seni milyonlarca aptaldan biri yapmasına hatta kendini dünyanın sahibi sanan budala bozuntusu olarak seni yeniden yaratmasına hazırlıklı ol derim..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..SEVGİLİ 27 YAŞIM..

    Ve mazide kalan her şey kısa sürmüş demektir.. Bugün 27 yıl önce, mart 1994 senesinin perşembesinde, doktorlarla aramda geçen 12 buçuk saatlik bir mücadele sonrası ruhumun bedenimle, bedenimin de bu dünyayla tam olarak kavuştuğu gün.. Bu yazıda anlatılan her şey gerçektir. Sadece henüz kafası tam cereyan edememiş olabilir..

    Olmadık olayları iki cümleyle anlatabilen biri olduğum söylenemez. Ben lastik misali uzatmayı seviyorum anlatırken.. Hayatım bir roman olsaydı, yarısında esner ve geri kalan sayfaları sigaram için sarma olarak kullanırdım gibime geliyor. Travmalarıyla evcilik oynayan sevgili ben, bugün 27nci yaşıma giriyorum. Bu yazı en iyi bildiğim tek şey olan kelimeleri kendime hediye edişimdir. Bu doğum günüm için. En iyi bildiğim şey dediğime bakmayın yazmayı ve okumayı da aynı doğumumdaki gibi mücadeleyle öğrendim..

    Şimdi bilim hiperaktivite diyor olsa da benim çocukluğumda annem ”pek enerjik maşallah, elinde dizinde yara bere olmadan günü tamamlayamaz, durmaksızın top peşinde koşmayı seviyor çocuk işte” derdi. Böylelikle ayağımda laktik asit birikmeksizin koşmanın bozukluk olduğunu değil de özüm olduğunu düşündüm. Teşekkürler anne, kahramanımsın.. Çocukluğum tam mahalle kültürü dediğimiz ekinoksun göbeğinde geçti. Böyle dediysem hemen sevinme, ben 4 yaşındayken babam askere gitmiş ee bir de babama delicesine bağlı bir çocuk olduğumu varsayarsak benim için tam bir enkaz müzesi o tarih. Babam geceleri kucağında sokağa çıkarır öyle uyuturmuş beni. Eve gelince hemen uyanır ağlarmışım. E o zamandan belliymiş dört duvarı mezar olarak görüp, sokağın müziğinde dans etmeyi seven biri olacağım. Yine de liseyi bitirene kadar bol terlemeli, küçük çapta astımlı, sağlam dostluk temelleri olan bir 18 yıl geçirdim. Daha sonra da çocukluğumla veda vaktimiz baş gösterdi. Babamın tayin tarihi benim çocukluğumun sokaklarını son kullanma tarihim oluverdi..

    Yine de iyi ki dediğim insanlar tanıdığım bir şehre taşındık. Tabi ben bunu taşınmanın verdiği hüznü, çocukluğumun sokaklarıyla olan vedayı gerçekleştirdiğimde anladım. Derken üniversite hayatı başladı 20 yaşımda. Ve yedinci yılına gelen üniversite hayatım, ruhumu domino etkisiyle kaos çiftliğine sürükleyen bir süreç oldu benim için. Okul, arkadaşlar, iş, dernekler, projeler e bunların yanında hayatın sunduğu sürpriz sıkıntılar derken yaralı, yorgun ve tescilli bir aylağa dönüşmeye başlamıştım.. Bu dehşet senaryosunun sadece bana özgü olacağı kanısına varıyordum ki, yanılmış olduğumu gördüm. Bana sorarsan sevgili dostum, feleğin sigortasını attıracak kadar hızlı ve şaşkınlık döngüsü yaratan bir süreç yaşadım. E haliyle hayat uslanmam için güzel bir dayak atma girişiminde bulundu ve işinde epey iyi diyebilirim. Bildiğim başka bir şey varsa o da tekme ve tokatla insan düzeltemeyeceğin. Ayrıca sevgili hayat, testislerine sinek konduğunda işleri şiddetle çözemeyeceğini anlayacaksın. Gerçi bu ironiyi de sanırım en iyi sen öğrettin bana..

    Acı insanı aptallaştırıyor ve gördüm ki aptallar daima ömrünün baharını yaşıyor. 25 yaşıma geldiğimde bedenim ruhuma etten kemikten bir hapishane olmaya başladı. Kendimi öfke denizinin içinde Kaptan Sparrow ilan etmişim meğer. Her duyduğum, gördüğüm, geçmişin izleri, saygısızlık zinciri, haksızlıklar silsilesi, anlaşılmayan içsel yorgunluklar, anlatmaya çabalarken konuştuğun duvar misali insanlar derken, öfkem hayal kırıklığımın verdiği yetkilere dayanarak tımarhanedeki tuvalet terliği misali kontrolden çıkmaya başlamıştı..

    ..VE AŞK.. ..GELELİM KİŞİSEL KIYAMETİMİN SON ALAMETİ OLAN O MALUM KONUYA..

    Söylenene göre kişilerin yaşama karşı gösterdiği savunma sonucu depresyona girme ihtimali 9’da 1’miş. Ve ben o bir olmayı başaranlardanım. Kızgınlıklar, beklentiler, sevginin sezonluk duygu oluşunu gösterenler, geçmişin izi, geleceğin yükü, bugünün hayal kırıklıkları derken acıyı fazla abartmıştım ve bu aşırıya kaçış hayatımın depresyonla olan müzikalini başlattı. Bakmayın mağdur edebiyatıma onca şeye katlanmış ve affetmiş olmak bana aşkın ıstırabı saklama gücünü, hayatla aramda mola verebilecek bir durak oluşunu gösterdi aslında..

    Zaten ciğerimi dumana bulayacak olanı umulmadık şekilde bulur, beklenmedik şekilde kaybederim. Daha doğrusu birkaç saat öncesine kadar 26 yıl böyle geçti diyelim.. Ah sevgili dostum bir bilsen şeytanın fısıltısı, meleğin çığlığını nasıl bastırdı, bir anlatabilsem ah. Sağlık olsun ben az diyeyim sen çok anla..

    Doktor akut dönemde olduğumu söyledi. Lagaluga.. Sorsan samimiyet hastalığın ana dili diyecekler. Ne yapalım yürek empati kurunca beyin sempati besliyor. Hamurumuz böyle yoğurulmuş.. Baktım akıllı olunca herkes rahat rahat hayal kırıklığı yaşatıyor bende saldım beynimin sinir hücrelerini dört bir yana. Ama tabi işin aslı delirmekle gerçeklerden kaçamayacağımı, mahvolmakla sorumlulukların bitmeyeceğini görmem çok uzun sürmedi. Sanırım ruhumun hoyrat, hırçın, afacan bir çocuk tarafından ele geçirildiğini kabullenmem gerekiyordu. O hırçın, kavgacı, istemedikleri olunca yüzünü asan tatlı çocuk meğer bana başını okşamam için, yüzündeki tebessümü bir küçük sakin öpücüğe değişmek için ne çok kendini göstermeye çalışmış. Ben hep anlaşılamadığımı düşünür, insanları öyle ya da böyle kabul ederdim Kırılsam da, kızsam da umudumu kaybetmezdim insanlara karşı..

    Oysa içimdeki o çocuk kendini göstermek için çırpınıp durmuş. Ruhum yanlış alarm veren bozuk saat misali ötmüş durmuş, duyana aşk olsun. Ben sanmışım ki başka topraklarda yeşillenirsem kök salarım. Halbuki kendi vatanım ıssız ve çorak bir hale bürünmüş..

    Birazdan sevgili yeni yaşıma gireceğim. Anlam yüklemek yorgunluğu eğlenceli hale getiriyor. En şiddetli acıları bile espri konusu yapabiliyor insan. Ve gördüm ki bu ironi durumu dünyayla arama mesafe koymanın en güzel yoluydu. Çünkü anıların acılarıyla meze yapılan espriler beni hakikate yakınlaştırıyor..

    Şu yaşımda öğrendiğim en ironik şeyse biz kadınlar karar verene kadar, erkeklerde anlayana kadar ömür bitip gidiyor. Ve mazi de olanın kıymetini anca fotoğraflar biliyor..

    Sevgili 6 yaşındaki ben, Şimdi 27 yaşına giriyorsun ve seneler içinde neler yaşadığını, yaralarını ve izlerini, karanlığını, korkularını, kaygılarını, neşenin rengini çalan şeyleri, kahkahanı nasıl hapsettiğini.. Öfkeni.. En çokta öfkeyle kendini anlatırken küçük bir sarılmayı, tatlı bir sözü bekleyişini ama ana dilini yıllardır kendini korumak için öfke olarak seçmiş olmanı. Anlıyorum. Belki gerçekten sana ulaşıp dokunmam mümkün değil. Ama aynı ruhu ve aynı izleri taşıyoruz. Tabi ben sana göre biraz daha olgunum. Sana masal anlatarak uyutulmayı sevdiğini biliyorum, parklarda hala huzurlu olduğunu, futbolu neden sevdiğini, inatçı oluşunun sebeplerini.. Yani sevgili kendim seni artık yok saymamam gerektiğini, sevgisiz bıraktığım için bana olan kızgınlığını daha iyi anlıyorum..

    Yeni yaşımla beraber sana söz. Masallar, şarkılar, kitaplar, kakaolu süt ve danstan hiç vazgeçmeyeceğim..

    ..İYİKİ DOĞDUN, SEVGİLERİMLE..

  • ..HAYAL KIRIKLIĞI..

    Sen çocuk, evet evet sen. Sen böylesin işte hiçbir zaman mutluluğu ve özgürlüğü tam anlamıyla tadamayacak, huzurun hep teğet geçeceği kişisin. Çünkü sen anca tıkınmayı bilirsin. Başkalarının mutluluğunu, güvenini, neşesini, sevgisini tıkınmayı bilirsin. Sen hep önüne sunulanı kabullenip yemişsin çünkü.. Bugüne kadar çocuk, sana kimse kim olduğunu söylemeye cesaret edememiş o yüzden gerçeğin kıyısına seni getireni suçlu buluyorsun. Sana kanatlar sunanı sen ”beni itiyor uçurumdan” diye anca suçlamayı bilirsin.. Sen seni küçümseyenlerin evinde huzur buldum diyerek koşa koşa oraya gidiyorsun. Oysa geçtiğin sokakta sana seni gösterenleri taşlamayı öğretmişler sana..

    Anlaman için sana daha önce birçok kitap, şiir, şarkı sunanlara sağır olmuşsun sen. Hor göreneyse tasmanı ellerinle veriyorsun.. Sen uysal olanı doğru sanıp evcilleştirilemeyeni düşman görmek üzere eğitilmişsin. Evet yahu sen, ne oldu bunlarda mı uygun gelmedi ölçülü, görgülü yaşam anlayışına.. Hadi ama dönüp baksana karşındaki aynaya sen anca sana sunulanı kaşıklamış, onunla doyduğunu sanmışsın hep.. Aç kaldığın yerleri, en çokta zincirlerini sana gösterenlerden korkup kaçarsın sen.. Zora gelemezsin çünkü. Çabalayamaz, sorumluluk alamazsın, sen ancak sana söylenenleri yaparsın. Sayısı fazla olanların söyledikleri senin için tek doğrudur. Sen asla tek olanın gücünü özgürlüğünü tadamazsın çünkü anlayamazsın. Hatta anlamak için en ufacık çaba göstermezsin. Çünkü önyargı askerlerin, savunma için örülmüş duvarların var senin. Sen altın kafesin şarkı söylemeyi seven kuşusun.. Bu yüzden sadece kendi mutluluğundan değil, sana sevgisini sunanlarında mutluluğundan çalan birisin sen çocuk..

    Sen bizi okuyup anladığımız, anladıklarımızı ve gördüklerimizi susmayıp yüksek sesle söylediğimiz için suçlu görürsün çocuk. Çünkü sana sadece bu öğretilmiş. Oysa ki sen sadece korkuyorsun çocuk, bu yüzden en kolayı kaçıp gitmek senin için. İstediği olmayınca kendi çocuğunu yok sayan bir aileden farksız, işine yaramadığını düşündüğü kişiyi işinden emeklerinden men edenden farksız senin ruhun çocuk. Bir orkestran olamaz senin çocuk, sen sadece ben demeyi öğrenmişsin. Çünkü sen sadece tüketirsin, üretmeye gelince korkup kaçarsın.. PEKİ YA SONRA?

    Kum üstüne inşa ettiklerin yıkıldığında ne olacak çocuk hiç düşündün mü bunları. Büyük yığınların altında kalıp açlık çektiğinde, onca büyük yazarın, şairin, şarkıların anlattıklarını eğip büktüğün gerçeğiyle yüzleştiğinde ne olacak çocuk. Hep küçük hataların korkusuyla kaçmaktan yorulduğunda ve hakikatle baş başa kaldığında ne olacak.. Freud, Dostoyevski, belki Ikarus, belki de duyduğun şehir efsaneleri sana anlatmadı mı hakikati.. Sense hep kaçıp konforlu alanım dediğin o eve saklanırken bir saniye durup düşünmedin mi hiç, ya hakikat bambaşkaysa diye, ha çocuk..

    Martın Eden mesela anlatmış, sadece bir sayfasını okusan öylece açıp sana hakikatle aldanışının arasındaki sınırı kimlerin çizdiğini göstermeye yeterdi, bugüne kadar hiç mi dönüp bakmadın çocuk.. Tabi sen statünün ışığında kör olan, sadece önüne konulanla tıka basa doyan sen, senin hakikatle ne işin olur değil mi çocuk.. Bedel dediğini ödemek için sorumluluk alabilmek gerekir, o bedelse senin bahçenin çiçekleri için ödediğin zamanın bir karşılığıdır be çocuk.. Oysa sen hep başkalarının bahçesindeki çiçeklere bakmakla meşguldün. Hatta öyle meşguldün ki, ne senin bahçene çiçek ekeni gördü gözün, ne onların hakikatini duydu kulağın.. Afyonlanmış bir ruhla zamanını sadece kendi dünyasıyla sınırlı kılan, dar görüşlü birinin kıdemli tragedyasında figüran olmayı seçen sensin çocuk..

    Asil bir hiddetle, uzun uzun konuştuk seninle bilmem hatırlar mısın o günleri. Gerçi sen dibinde güzelliği sunanı unutur, geçmişte yalanlarla aldatanı merak edip bakarsın. Halbuki kırk yılın küpünü alacak kahveler tükettik beraber. Senin aklın hep yalanlara esir, gözlerin hep başkasının bahçesini merak eden bakışlar içindeyken biz seninle uzun uzun çok konuştuk be çocuk, sen duymamak için kafanı yastık altına gömüp uyumuş olsan bile..

    Ha bende pek masum değilim. Elbet benimde neşesiz, zıvanadan çıkmış, acıdan kıvrandığım, öfkeden budalalık ettiğim çok zaman oldu.. Kendimi kaybetmiştim. Çünkü senin bahçenin zehirli sarmaşıklarını seni acıtmasınlar diye temizlerken, oraya çiçekler ekmeyi görev edinmiştim.. Meğerse zehirlenmişim içten içe.. Yalanlar içerisindeki hiyerarşide boğuluyordum. Daha çok çırpınıyordum iyileştirmek için derken e haliyle hasta düştüm çocuk.. Sapmıştım belki de düşüncelerimin kıyısından.. Önce çırpınmayı bıraktım, dinlemeye izlemeye başladım. Yavaş yavaş iştahımı köreltmeye başladım. Her şeyden herkesten bir dal çiçek bekleyen o iştahı.. İşte şimdi öyle tokum ki, düşündüklerimden daha çok, hayatımdakilerden daha azım.. Yarışı bitirmeye ramak kala yarı yolda düşmüş bir amok koşucusuyum belki de..

    Şimdi gelelim aramızdaki gordion düğümüne.. Sen hem o düğümü attın hem de çekip gittiğin çocuk. Bense testisine sinek konmuş biri gibi şiddetle işleri çözemeyeceğimi anlayalı hayli zaman oluyor.. Kelimelerle süslenmiş yollar yapmıştım sana çocuk, sense zincirleri sevmekten vazgeçemedin.. Şimdi yine bir yerlerden kaşıkladığın umutlarla devam ediyorsun, et elbette.. Bir gün aç kaldığında o yolun taşlarının sökülmüş olduğunu göreceksin. O kelimelerin iletişim kazalarına kurban gittiğini anlayacaksın çocuk.. Bunu ben değil sadece, o düğümü inatla elleriyle çözmeye çalışan çok insan söyledi sana. Sense hep sana öğretilenlere sığındın..

    Ben senin bahçende ne ektiysem sen meyvesi olarak hayal kırıklığı sundun tabakta çocuk. Aç bırakmadım ya diyebilmek için sunduğun o tabak hayal kırıklığının ağaçlarından toplanmış meyvelerle doluydu.. Halbuki ben yaşam ağacın olduğuma inanmıştım bir zamanlar.. O bahçedeki hayatımı gömüyorum şimdi. Çünkü düşlerle bile ayağa kalkamayacak bir haldeyim, ruhum nasıl çabalayacağından bir haber, senin bahçen için. O bahçede ben kenara itilmiş bir varlık sürdürdüm aylarca. Şimdiyse kendi penceremden donup kalmış olanları temizleyip bir süre içimdeki zehri akıtacağım. Hayatla benim aramda tutsak kalmış olan ruhumu özgür bırakıyorum çocuk. Dünyanın gürültüsünde seni tükettiklerinle baş başa bırakıyorum ve sıkıntı yüklü sessizliğimle burada seninle vedalaşıyorum.. Senin içinde yolu özgürlükten geçen şarkılar bırakıyorum hayatına çocuk.. Dilerim tüketmene sebep o kaşığı da, o kaşığı eline verenleri görür ve kurtulursun tutsaklığından.. Umarım gerçekle hakikat arasındaki ince çizgiyi görürsün bir gün kendi kanatlarınla uçabilirsin..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..SİNEK VALESİ..

    İlk olarak parmağımı kıpırdattığımı anımsıyorum. Vızıltıyı anımsatan sesler geldi ardından, sonrada beyazdan daha parlak bir ışık.. Ardından ”gel, gel” diyen aksakallı dede çıkmadı sonunda merak etmeyin.. Ne kadardır bu halledeyim diye sormak için dudaklarımı kıpırdattım lakin ağzımdan ilk çıkan kelime ekmek oldu.. Zamanın aktarım gücü işte. Ataların kutsallığını dilime miras bırakışları komadan uyandığım an buldu beni.. Sanki dil icat edilmemişte herkesle ortak olarak sesli iletişimim sadece bu kelimeyle olacakmış gibi bi an.. Kimseden ses çıkmıyor, herkes şaşkınlıkla bana bakıyordu. Ah o budala gözler.. Acı, sevinç, merak, kızgınlık ama en çokta heyecanı barındıran o bakışlar..

    Kafamın içi sorularla dolu olsa bile dilim aktaramayacak kadar kuruydu. Biyolojik saatimi ne kadar erteledim bilmiyorum. Uyanmak sancılı olur mu demeyin öyle bir sancı hissetmeye başladım ki tam göğüs kafesimin üstünde, kalbimi sanki hiç tanımıyormuşum gibi, kendini hatırlatmak için öyle bir çarpıyordu ki sanırsınız tam ortasında mağlubiyete yeminli bir ordu cenk ediyor.. Acı beni yıllardır verilen ilaçlardan daha hızlı uyandırıyor, hissettiğim o vurgun arttıkça dilim çözülmeye başlıyordu.. Peki bana ne mi oldu.. Sabredin canım malumunuz yeni uyanıyorum.. Sindire sindire konuşalım bunları.. Sahip olduklarımı paylaşmayı görev edinmiş ahmak bir kahraman olmuşum, olmuşum da bunların beni tükettiği gerçeğini hep görmezden gelmişim.. Aslında her şey yavaş yavaş ilerledi, önce tatlı ve uyuşturan bir his, sonrası zehir zemberek.. Ah şu hedonik varlık oluşumuzun dayanılmaz varoşluğu..

    Yaşadıklarını yazdıkça yalnızlığı yaşayacaksın, umudu yaz belki bu sefer yazdıklarını yaşamaya başlarsın.. Kahve ve mezesi olmaya layık bir sohbet, kahkaha tufanı, hoş bir film ve tatlı bir veda.. Zamanın bilgeliğine inanıyorum evet. Hem de iliğimle kemiğimle.. Son hatıram buydu sanırım, ya öncesini çok yazdığımdan ya da artık yenilerini yazmak istediğimden midir bilinmez, uyanmadan önceki son hatıram işte bu kadar..

    İŞTE ŞİMDİ BAŞLAYABİLİRİZ..

    Uyandım ama ne uyanış.. Hayatı yeniden keşfetmek, yeni şarkılar söylemek, dans etmeden bitirilmeyen günler ve en önemlisi bozuk insanlarla dolu kumbaramı bozdurup yerine koleksiyonluk olacak insanlarla deli dolu bir ton hikaye yazacağımız bir uyanış.. Öfke, kızgınlık, kırgınlık, kavga derken dil yaralarıyla dolu hikayeleri yazdık bugüne kadar. Kimsede çıkıp ”kardeşim bunlar ikincil duygu birincil duygun ne, sana ne oldu” diyerek yerli bilimsel yersiz sokak ağzıyla sormadı ki, biz ne yapalım.. Pardon doktorumun hakkını çiğ ettim onun dışında kimse diyelim.. Bir yerlerde içim biliyordu neye küskün olduğunu ve neden 1.77’lik boya sahip birinin boyu kadar öfke yüklü olduğunu, diğer yerlerde bu durumu bilim açıklıyor zaten.. İnsana insan gerek deyip ne çok çabaladım desem de aslında bir o kadar çaba bekledim.. Yorgunluk, kırgınlık hepsi gelip geçiyor da işte keskin sirke küpü komalık ediyor be.. ”Hiçbir beklentim kalmadı, bana 1 adım gelene bir, 10 adım gelene on adım giderim artık, emiği geçen herkesin anasına ve babasına sonsuz kalpli teşekkürler, tebrikler” diyerek ahkam kesme evresinde olmayı elbette isterdim. Dedim ya kendimi pışpışlama durumunu uçak moduna aldım. Kendim ve kafamın kahyası iyi biliyoruz ki bu mümkün değil çünkü özümü inkar etmek beni zaten yeterince tüketti.. Şimdi asıl yeni olan bu özü kimlerle paylaşacağım konusu.. En başta söyledim ya, uyandığım o an, o ahmak ama bir o kadar içten gözler var ya hah işte artık onlar dışında kalan herkes anca avluda oyalanır artık. Sarayın kapısını kapatmak işe yaramıyordu, gelene yüreğim el vermeyip hop içeri alıyordum, baktım kendimle baş edemiyorum bende söktüm kapıyı, aldım malayı ele, ördüm duvarı..

    Bir orkestra şefiyle tanıştım evvel zaman içinde.. Bana kemanı öğretsin de virtüöz olayım diye çok bekledim ama nasıl beklemek biliyor musun. İsmail abi gelmeyecek gemiyi bu kadar beklememiştir.. O zamanlar bir satranç ustasıyla düello içindeydik. Her hamle kahyamca ince hesaplanmış olsa bile bence bir hata olduğu aşikardı.. Sonuç elbette mat be, adam usta sonuçta. Hayat satranç gibi deseler de bir konu da yanılıyorlar, mattan sonra sen hayata devam ediyorsun ama yarım ama tamamlanmış.. Aslında bir teşekkür de bu ustaya parmaklarımdaki sinirleri uyaran ilk o oldu çünkü.. Bana keman çalmayı öğretmedi, bana keman da vermedi. Hissetmeyi öğretti.. En unuttuğumu sandığım yerden, karanlığa gömülmüş, yok sayılmış yerden dokunur ya bazı insanlar hah işte tam o hücreleri buldu.. Yaraya tütün, tuz basarak kapatmayı değil, onu zamana bırakmayı değil her şekli ve varlığıyla benimsemeyi öğretti.. Şimdi neyi istediğimi bilmiyorum, neyi istemediğimdense emin gibiyim. Hep bir hata payı vardır.. Şimdi ister kusur olsun ister kabahat elimde bozuk bir pusula, gökyüzümde hiç kaybolmayan bir kutup yıldızıyla yeni bir yol hikayesi yazmaya hazırım.. Çivi gibi arzularla..

    Gülmek için bedel ödeyenlerdenseniz, bir hatayı bir ömre bedel kılıp ruhunuzu komaya mahkum etmeyin.. Ödemeyenlerdenseniz de etmeyin. Bir arkadaşım söyledi diyaframı geliştirmek için kahkaha iyi bir yöntemmiş. Şimdi alın bu bilgiyi avazınız çıktığı kadar bağırın ve devam edin..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • ..AYLAK RUHUM..

    Yazıp yazıp kenara attığım bir ton cümle gibi çürümeye başladı içim.. Yalnızlıktan şikayet mi ediyorum, yoksa onunla bir bütün müyüm bilmiyorum.. Haftalardır duvarındaki her çentiği, her kabartmayı ezberlediğim bir odada sessizce akrep ve yelkovanın kavgasını izledim.. Kah sessiz kaldım, kah sessizliğe sığındım.. Sevdiğim kim varsa onların için mola verebileceği bir durak olduğumu gördüm. Aman ne şaşırtıcı bir öğreti.. Tabi bir o kadar o durağı evi yapmış sevenlerimi de.. İşte buna kıymetli bir ders diyebilirim sevgili dostum.. Evrenin denge anlayışını değiştiren bir süreç insanlara neler hissettirip neler yaşattıysa beni de es geçmedi anlayacağın..

    Eski yazılarımı okuyan biri sayılmam pek, lakin temalarının yalnızlıktan öte gitmediğini bilecek kadar aynı kaldım diyebilirim. Ahmet Kaya misali ”beni anlamayan yoldaşlara ince bir sitemdir bu” deyip kapı çarpıp çıkmadan, sadece sevildiğimi bildiklerimle inceden vedalaşıp sessizce gidecek olmanın sesli çığlığıdır bu..

    Beni anladığını zannedip hiç duymamış olanlarla, sevdiğini söyleyip değersiz hissedenlerle, hep yanındayım deyip çıkarı bitince selamı kesenlerle, kabaca bakarsan insanca sevdiğim halde salak yerine koyduklarını sananlarla kavgasız gürültüsüz bir vedadır bu.. Ne çok kavgaya meyilli cümle birikti içimde.. Yüzlerine haykırsam anlamayacaklar ve beni yoracak, sussam e yine beni yoracak dediğim nice kelime.. İçimdeki çocuk duygusal yaşasa bile dışımdaki kadın mantığını hiç terk etmiyor.. E beşinci katta bir başına olmanın getirisi bu sanırım.. Arada dövüşürler öyle ”zaman kısa göğe bakalım yeter” dercesine, bu sırada o çocuk hep kandırırdı dışımdaki aylak kadını.. E çocuk bu kırmak olmaz der, kendini ona teslim ederdi bizim aylak kadın.. Baktı ki o çocuk yara bere içinde, baktı ki o yaralar bile uslandırmıyor onu, düşse bile Don Kişot olmaktan vazgeçmiyor çocuk, mecbur kaldı yel değirmenlerini yakmaya.. İçim sevmez vedaları, dışımsa bu duruma afili bir neden buldu şimdilerde. Her günün bayatlamaya yüz tutmuş gecelerinden, içinde kıpırtılarla uyanacağı sabahlara geçiş yapmak istiyor artık.. Eskiden herkesin hikayesinde olmaya çabaladığım o kahraman değil de kendi hikayemin figüranı olmayı yeğlerim anlayacağın..

    Acı duymak anlamamın en sağlam yolu oldu hayatım boyunca.. Ta ki son dönemde duyduklarımı, gördüklerimi, görmezden gelmeye çalıştıklarımı kafam kaldırmaz oldu.. Biz sanırım bir çark döndürüp kuralı kendi koyan, sonrasında sıkılıp koyulan kurallara uyan, yetmeyip ondan da sıkılıp bir süre sonra oyunu bırakanlar olarak kadere mimlenenlerdeniz.. Şimdi bazılarımız yeni yollara çıkacak, bazılarımız ezbere bildiği yolları tekrar yürüyecek, bazılarımızsa penceresinden akıp giden hayatı izleyecek.. Benim yolumda şimdilik çin malı bir hikaye var, tabi yerli malı bir dolunay her şeyi yeniden yazdıracak desek yalan olmaz.. Hayatta kalmak konusundaki başarısızlığımı bahçemi güzelleştirmek konusundaki yeteneğimle tamamlamak için yeni bir yol gerekiyordu.. Bunun içinse kumsalda yuvarlanan boş şarap şişesi olmaktan çıkıp, evrende göze batan fazlalık olmalıyım. Aylaklık beni bugüne kadar sorumluluk illetinden korumuş bir kalkan olsa bile şimdi yola çıplak devam etme zamanı sevgili dostum.. 26 yılı çok şeye kafa tutarak geçirmiş olsam bile şimdilerde saliseler beni yeniyor, aklım ve kalbim büyük bir yenilgiye uğruyor.. Anlayacağın daima acele edip hep geç kalıyordum. Şimdi bu yeni yolda ruhumu yavaşlatıp hayatımı hızlandırmalıyım.. Hayatımın erozyonunu yaratmak üzereyim..

    Ne demiş sevgili Ruhi Bey ”kadınlar karar verene kadar, erkeklerse anlayana kadar ömür bitiyor.” Halbuki evrenin saatini görmezden gelip kendimize birbirini kovalayan iki şeritle sınır çizmesek her şey tam zamanında olacak.. İşte tam da bu nokta da cetvel kullanmadan kaderimi yeniden çizmeliyim sevgili dostum.. Bu evde son gecem, pencereye dalıyorum gözüm bakıyorum da sokak mezarlık kadar sessiz.. Hani şu dinlemek ya da söylemek için açtığımız his ve anı yüklü şarkılar var ya dostum. Hani okuduğumuzda allı ballı anlatmaya cüret ettiğimiz kitaplar.. Şimdi diyorum birileri anlamalı. O anıları, hisleri.. Düşünmeli yazanlarla, yaşayanlarla, yaşatanlarla aynı gezegende yaşadığımızı.. Sanırım en çokta bunun için gitmeliyiz sevgili dostum.. Dostoyevski, Shakespeare, Neşet Ertaş, Cem Karaca, Barış Manço ile aynı gezegende yaşadığımızı hatırlayanların sokağına gitmeli.. Maskelerimizin altında yapayalnız kalmayacağımız, sert kahkahalar atacağımız yerlere yapmalıyız artık evimizi.. Biliyorum buralarda sevdiğimiz çok ayak izi var.. Öylece gidemez ya insan haklısın. Bizde bir anda değil sakince gidelim işte.. Belki bir maestroya sahneyi yak demek bizimkisi.. Lakin belki de asıl orkestra sokaktadır ne dersin sevgili dostum.. Yeni yollarda, yeni hikayelerle, belki medenice bir mahvoluş, belki geleneksel bir yeniden doğuş olacak yeni hikayelerimizi öğrenmek için bildiklerimizi unutmanın şerefine..

    SEVGİLERİMLE..

  • ..BEKLENMEYEN MİSAFİR..

    Ve anlayacaklar tabi geriye kurtaracak hiçbir şey kalmadığı gün..

    Kafamın içi talan edilmiş savaş meydanı.. Kalemim kafamdan beslendikçe cümlelerim aynı karmaşayı tadacak belli ki.. Bir yanda virtüözler müthiş bir sahne sergilerken, bir yanda kaldırımda karton üzerinde uyuyan bir çocuk var ve bu uçurum sonucu yazdığım her hikaye fetretle sonlanır oldu.. Aklımın acısı, kalbimin acısıyla vals halinde ve bu dans bittiğinde ilk işim o sahneyi yakmak olacak çocuk.. Çünkü sıkıldım.. Hep aynısı olmasından..

    Donuk pencerelerden sokağın akışını izleyende aynı, sokakta başı önünde göğü görmeden yürüyende.. Bunları görmek, sonunun hep aynı oluşunu bilmek heyecanımın celladı haline geldi.. Hadi gel bırakalım bu politik ağızları da biraz gerçeklere dönelim..

    Beni bilirsin çocuk keyfe gelmek için acıyla kumar oynar, neşemi ve enerjimi gözümü kırpmadan yatırırım masaya.. Ayağa daha güçlü kalktım zırvaları için dizlerimi paramparça edişlerime defalarca şahit oldun.. Önce ekini toplar, sonra bahçeyi nadasa bırakmak ve toprağı havalandırmak yerine ortalığı talan eder, ateş sönsün diye yağmuru bekler, havaya uçuşan küllere karşı sigaramı yakar, sonrasında başlarım gerisin geriye ekin ekmeye.. Hep aynı döngü işte çocuk..

    Yine öyle olacaktı.. Çünkü her şeyi en ince detayına kadar düşünmüştüm.. Taşınacağım sokağın kaldırım ölçülerini, o ölçülerin beni ne kadarlık bir alana esir edeceğini.. Kahvemi içtiğim saatleri, o an karşı masamda oturanların kim olacağını. Dinlediğim şarkılarda, okuduğum kitaplarda, izlediğim filmlerde anlatılanların benim hikayemde yer edinişlerini. Kelebek etkisi yaratacak beklemeler için çayımı içeceğim balkonun yönünü.. Düşünce, duygu ve davranış üçgeninde olayların sıralamasındaki başlangıç ve sonu.. Her zincir plana uygun şekilde ilmek ilmek ilerliyordu ve bu beni en çokta benden koruyordu çocuk.. Zincir elimdeydi, matematik şaşırtmayacak ve bu hikayenin sonu yine bir taşınmayla başlangıç yapacaktı..

    Heyecansız, öngörülü ve tek düze ilerleyen bir hikaye.. Bir yanım farklılaşacağına inanmak isterken bir yanım aynılığın tadını çıkartıyordu.. Hızlı yaşa, durma, olabileceklere hazırlıklı ol. Beklemeli miydim gelecek olan yeniyi yoksa eski düzen içindeki yenilerle mi oyalanmalıydım diyordum kendime. Bir yanım eşyalarla oradan oraya savrulmaktan yorulmuştu, diğer yanım ”bu benim özüm” diye avutuyordu kendini. İkisinin kesişimde bir kıpırtı oluyordu ara sıra hemencecik yitip gitse bile kendini hissettiriyordu.. Tabi ben olanlara öyle sadıktım ki olabileceklere şans vermek için görmem gereken ne varsa hepsini es geçiyordum..

    Derken.. Eylemsizliğimin denklemini yerinden oynatacak olanların tam ortasında buldum kendimi çocuk.. Ve ben matematiğin bilinmeyenlerinden şiirin ”masa da masaymış ha bana mısın demedi bu kadar yüke” dizelerine meze olmaya merhaba dedim..

    ”Voila”.. Ve bir an da müzik değişti, güneş balkona beklediğim açıdan yansısa bile ben o saatte uyuyamayacak kadar heyecanla kaplandım.. Bu bana üç seçenek sundu çocuk.. Ya hikayeyi bildiğim gibi tamamlayacak, yenisi için kalemi elime alacaktım. Ya kalemimi paylaşacaktım. Ya da kalemi bırakıp dansa kalkacaktım.. Ve sahneyi yakmaya beni iten o öfke işte bu üçüncü seçenekle başladı.. Başlarda ki büyü kendimi teslimin eşiğine getirdi bu olağanüstüydü çünkü ilk defa bir şeyler plansızca ilerliyordu.. Zamanla elimdeki zincirler paslanmaya başlamıştı. Bu beni tedirgin etse bile hem o duyguyu hem de zincirleri bırakmamak için direndim.. Direniyordum ta ki müzik huzursuz edene, sesler saygısızca yükselene ve benim hikayeme çirkin kelimeleriyle dahil olanları görene kadar.. Günlerdir kapı eşiğinde yazıyor, yazdıklarımın ne olduğunu umursamadan buna devam ediyordum.. Bugün hatıralarımda kalmış bir şarkıyı duyana kadar.. Yazdıklarımın başlangıcını görsen beni baya azarlardın çocuk. Öyle öfkeyle sarılmışım ki kaleme sayfanın yarısı kapkara, ruhsuz.. Birkaç gün sonrası sakin bir özlem barındırmış, ardından belirsizlik almış cümlenin devamını.. Bugünse karmaşa dolu fakat bir bahar kokusu sinmeye başlamış..

    Sanırım ilk kez bahçeme çiçek ekerek hikayeye başlayacağım. Korkma çocuk artık talan etmek yok, artık o toprağı beraber havalandıracağız..

    ..SEVGİLERİMLE..

  • Kendini Tüketmek Mi?

    İki buçuk saattir gökten yağmurla bir düşmüş yaralı balık misali ters yüzüyorum yatağın içinde. Kafamda bitmek bilmeyen hesaplaşmalar, kavgalar, öfke patlamaları, suçlanmaya karşı saldırışlar, yanlışlarla dolu iletişim kazaları, yarım kalan kavgalar, dozu aşan üslupta cümle savaşı sahneleri derken resmen Pulp Fiction yeniden çekiliyor gibiydi. Paramparça içeriklerle dolu hikaye yaşandı anlayacağın. Aklın acısıyla kalbin hüzne göç edişi arasında bir yerlerde kendi miladımı yazmaya çalışıyorum. Sürekli aynı ıstırap ve öfke çemberinde kendime tur bindiriyorum. Tekrara düşmüş hatalar, çelişki yaratan savunma mekanizmaları, habire yenme sonucu kan tutmuş tırnak etleri, affedilmeyen yerlerin huzursuzluk verişi, maruz kalınmış hayal kırıklıkları.. Kendimi bulmaya çalışırken kaybolmak, anlaşılmayı beklerken anlamadığımı görmek, gerçeklerle giderken yalanlarla gelinen sahte sevgiler, kolayca terk edişler, onlarca kez kusmaya rağmen tükenmeyen öfke..

    Yorgunum, bu konuda en büyük teşekkür kendime ve elbette emeği geçen herkesin çabasına sağlık. Parmak uçlarımda yaşanmışlıkların izi, gerçi bakma böyle sitem dolu haykırışıma yaşanmışlık olmasa yazamam ya. Ulan o değil de bak aklıma sinirden fay hatlarımı oynatan bir detay daha geldi yemek yemeyi, uyumayı hatta gel abartalım uyanmayı, yaptığın planları, kendini unutmak olur da insan nefes almayı unutur mu be. Çatık kaşlarıma kadar dayandı o ince sandığım ama yaşarken kalın gelen sızılar. Bakışlarımda kırağılaşma hali barındıran şu buhran dönemi bitmedi gitti. Üstüne düştüğüm ne varsa altında ezilir oldum. Hadi dedim şu küfür kadar huzursuz olan dilim yazmasın, aa olur mu hiç illa akacak o damardan kelimeler..

    Kafamın içindeki bir kavga esnasında ”huzursuzluk iyidir, ruhun seninle konuşuyordur aslında, sana olman gereken yerden uzaklaşmaya başladığını hatırlatır, kalkıp hareket etmeni seni rahatsız ederek anlatmaya çalışır ” diyordu. Kendime kulak asacak kadar akıllı değilim bu aralar. Ahmaklaşmanın verdiği tembellikle yaşayıp gidiyorum öyle. Herkesle olan kavgamı inatla bitirmiyor, kendimle olan savaşımda hep başkalarına siper oluyorum ne büyülü bir aptallık ama.. Kendinden kaçmak konusunda ustalaşmış olmanın verdiği haklı utancı yaşıyorum içimde. Bir yüzleşsek, şöyle konuşsak hem dans eder hem dövüşür gibi, ah sonra sarılıversek, iki ağlaşıp çok gülsek biliyorum ki bir şeyler rayına girecek ya da yeni raylar inşa edilecek. Bunu bildiğimi bilmek güzel, bense buna nasıl başlayacağımı bulmakla ilgileniyorum aslında. Çünkü yetmiyor bilmek, bi yerden başlamadıkça her yerden geç kalıyorum. Kendi zamanıma ihanet ediyor, sokakta akışımı yaşamak varken, balkondan hayatın akıp gidişini izlemekle yetiniyorum.

    ”Önceden sahip olduğum şeyleri kendimden nasıl uzaklaştığını görüyorum ve kaybolmuş şeylerin ise yanı başımda birer gerçek olduğunu” cümlenin dağıttığı yargıya bakar mısın . Benden evvelce zamanlarda yaşayanların beni tanıdığına yemin edebilirim. Bu sıralar sokağımda en çokta kitapta karşılaştıklarımı arıyorum. Nereden başlasam, nasıl başlasam, neden böyle, niye olmuyor, hala aynı şeylerin döngüsü sürüyor diye diye tükeniyorum kendimi doğru. Belki de çoğalabilmem için öncesinde azalarak bitmem gerek. İstediğim kişiye dönüşene kadar istemediğim kişiyi bitirmenin dileğiyle..

    Bir yazıyı daha başlangıçta iyi, finalde zayıf bırakıyorum..

    ..SEVGİLERİMLE..